16 Aralık 2010

Allianoi'den Sonra

Auschwitz'den sonra şiir yazmak mümkün değil.
Peki Allianoi'den sonra yola çıkmak mümkün mü?
5 yolayazmak / on the road: 2010 Auschwitz'den sonra şiir yazmak mümkün değil. Peki Allianoi 'den sonra yola çıkmak mümkün mü?

30 Kasım 2010

Haydarpaşa Garı


Haydarpaşa garında
1941 baharında
saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk
ve telaş.

...Denizde balık kokusu
döşemelerde tahtakurularıyla gelir.
Haydarpaşa garında bahar.

...Gülden güzel kokan Arnavutköy çileği
ve asma yaprağına sarılı barbunya ızgarasıyla
Haydarpaşa garının büfesinde bahar.

Nazım Hikmet Ran -
941 Bursa Hapishanesi -
İnsan Manzarları
5 yolayazmak / on the road: 2010 Haydarpaşa garında 1941 baharında saat on beş. Merdivenlerin üstünde güneş yorgunlu...

22 Kasım 2010

Başka Bir Kasaba Mümkün: Maalula

Akşamın son demleri, gökyüzü kararmak ile kararmamak arasında tereddütlü. Ben ve bu küçük minibüste ne bagaj yeri ne de küçük bir boşluk olmadığı için yanımdaki koltuğu sahiplenen sırt çantam Şam'dan Maalula'ya doğru 50 km'yi iki bilet ücreti olan 80 Suri (3TL) ile katediyoruz. Suriye yollarında birkaç gündür seyrüsefer eden için bozkırın ve çöl ikliminin şaşırtıcı birlikteliği artık tanıdık bir yüz. Coğrafyanın bu ortaklığına karşın Suriye insanının metanet, merhamet ve muhabbetle örülmüş yaşantısı ise hala alışılmadık ve gizemli. Muhabbetleri anlatılmaya müsaitse de metanete ve merhamete tanık olmak için burada olmak şart.
Minibüs Şam otobanından bir sapağa geçiş yaptığında büyük bir merakla tanışmayı beklediğim Maalula'nın aniden karşıma çıkabileceğinden habersizdim. Dik kayaların arasında taş üstünde taş evleri ile bu pastel renkli şehir Mardin'e gelmiş olma ihtimalimi bana sorgulatsa da kilisenin çan sesi ile kendime geldim. Merhaba Maalula, merhaba Suriye coğrafyasına bu kadar yabancı, kendine bu kadar özel olabilen köy, tanıştığıma çok memnun oldum.
Minibüsten indiğimden beri önümde iki dik sokak duruyor. Az önce akşam ezanı okundu ve şimdi Saint Takla Manastırı'nın olduğu tepeye doğru baktığımda evlerin üstünde ışıldayan haç işaretleri ile manastırın zirvesindeki Hz. İsa heykeli adeta beni selamlıyor. O kadar ani oldu ki bir tuvale özenle çizilmiş gibi duran bu sürrealist taş yapılarla tanışmam. Sonra kayalıkların gerisinden yankılanan bir ezan sesi ve ona parıltısı ile eşlik eden haç işaretleri. Suriye'de Arapça konuşabilmeye hiç bu kadar çok ihtiyaç duymamıştım. Bu özel ve dokunaklı evlerin, Arnavut kaldırımlı sokakların, bu şaşırtıcı hoşgörünün mimarı kim, kahramanı kim?

Saint Takla Manastırı'na doğru uzanan dik yokuşu tırmanıyorum. Yoldan geçen kimse yabancılamıyor beni, onlar için sıradan bir manzara sanırım önlerinden geçen. Bu geceyi Maalula'da geçirmek isteğim, bildiğim ise burada sadece 4 yıldızlı bir otelin olduğu ve hiç hostelin olmadığı. Kesin olarak bilmediğim ise Maalula'nın tepesindeki Saint Takla Manastırı'nın gezginler için konaklama imkanının sağlanabildiği. Saint Takla Manastırı'na vardığımda turist kafilelerinin manastırdan ayrılıp otobüslerine doğru yol aldıklarını gördüm. Manastırın büyük kapılarından geçip, dik merdivenlerinden çıkıp danışma görünümlü bir büroda duran genç kıza, "Burada kalabilir miyim?" diye sordum. Kız olduğu yerden kalktı, biraz ilerdeki bir kapıdan içeri girdi. Birkaç dakika çantam omzumda bekledim, ümidi kesmek üzereyken kız bir rahibe ile yanıma doğru geldi. Rahibe eliyle beni işaret ederek, "Siz mi kalacaksınız?" dercesine sordu. "Evet" dedim. Beni kısa bir süre inceledikten sonra sadece "Pasaport" dedi. Pasaportu verdim ve hızlıca yürümeye başlayan rahibeyi takip ettim. Rahibe ile birlikte adeta manastırın gizli dehlizlerden aşağıya doğru indik. Baktım, manastırın girişine gelmişiz. Geniş avluya kapalı duran kapıyı açıp, holden yüksek tavanlı bir odaya girdik. Odadaki sandık üzerinde sıra sıra döşeklerden birini kenardaki yatağın üzerine birlikte yerleştirdik. Rahibe özenle döşeğin üzerine çarşaf sererken ben de sandık üzerindeki yorganlardan birini alıp yatağa serdim. Rahibe hiç konuşmadan duşu alafranga ve alaturka tuvaleti, holün ışığını nereden kapatacağımı gösterip bir yere yetişecek gibi hızlıca gitti.
Duvarlarında Hz. İsa'ya, Hz. Meryem'e ait gravürlerin bulunduğu sessiz odamdan dışarı çıkıp manastırın girişinden artık tamamen kararan ve bir ışık demetini andıran Maalula'yı izledim. Maalula'nın sakin sokaklarında konuklarının karınlarını doyurabileceği bir yer var mıydı? Manastırdan minibüsten indiğim yere doğru iniyorum, boyunlarında haçları ile Maalula'lı kadınlar önce uzun gölgeleri sonra Arapça konuşmaları ile yanımdan geçiyor. Sokağın başına geldiğimde karşıda kırmızı panjuru ile bir kafe gözüme çarpıyor. Montagna Cafe, şirin ve butik görünümü ile içimi ısıtıyor. Suriye'de küresel fastfood ve yemek dükkanları yok ancak Maalula köyünün bir butik kafesindeki tavuklu sandviç enfes sosu ile yeryüzünün en özel tavuk sandvici olmaya aday.
Sabahın çok erken vakti, dingin ve serin yeni güne ömrümde ilk kez Maalula'da bir manastırda uyandım. Manastırın dışına geniş avluya çıktım. Saint Takla Manastırı'na ve tepesindeki Hz. İsa heykeline bakındım. Saint Takla ile ilgili bildiklerimi aklımdan geçirdim. Saint Takla Manastırı ismini Saint Takla adı verilen azizeden alıyor. Hıristiyan inanışına göre Hz. Meryem Yahudiler'den kaçtığı sırada Saint Takla ona yardım ediyor. Saint Takla'nın Hz. İsa'ya iman eden ilk azizelerden biri olduğuna da inanılıyor. Manastır birbirine bitişik olarak u şeklinde dizayn edilmiş üç katlı bir yapıdan oluşmuş. Üç ayrı geniş avlusu bulunan manastırın orta katında kilise, en üst katında Saint Takla'nın türbesi yer alıyor.
Sonra, o yekpare bir kaya gibi duran sırtını Lübnan'ın sınırlarına dayamış, azınlık Müslümanlar'ın Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlarla bir arada yaşadığı tarihin derin ve özel mekanlarından biri olan Maalula'ya yüzümü döndüm. Turist kafileleri otobüsleri ile Saint Takla Manastırı'na yanaşmaya başlamıştı. Bu hoşgörü ve ibadet mekanı Hz.İsa'nın yaşadığı çağda konuşulan Aramice'nin yerel halk tarafından hala yazılabiliyor ve konuşulabiliyor olması ile de ilgi çekici.
Manastırdan dışarı çıkıp, manastırın arka tarafındaki dağ yoluna doğru yürüyorum. Dağ yolu mağara oyuğu gibi kayaların arasında kıvrımlı bir yol. Yol turistlerin uğrak mekanlarından, herkes önce kaygan oyuklara tırmanmak sonra da fotoğraf çektirmek derdinde. Dağ yolunun kimi yerleri dar ve basık. Yolu 10 dakikalık bir yürüme mesafesi ile geçtikten sonra Maalula'nın en tepesindeki dört yıldızlı otelin ve Saint Takla Manastırı'ndan daha küçük Couvent Sts. Serge et Baccmus kilisesinin bulunduğu bölgeye ulaştım. Kiliseye yürürken tabelalarda karakalem ve boyama Maalula resimleri de bana eşlik etti. Kilisenin Maalula'ya dair panaromik bir görüntü sunacağını düşünerek kiliseye girsem de kilise duvarları arasında şehri fotoğraflayabilecek bir açıklık bulamadım. Kilise'nin hediyelik eşya bölümünde Maalula yazılı kitap ayraçları, süs eşyaları ilgi çekiciydi.
Kiliseden ayrılıp dağ yoluna doğru yöneldim, baktım bahçede iki köylü amca gayretle ağaçtan birşeyler topluyor, çuvallara atıyor. Selam vererek yanlarına gittim, önce şaşırdılar sonra gülen yüzlerle selamladılar. Bana aldırmadan keyifle ağaçtaki saplı meyveden toplamaya devam ediyorlar. Doğal olarak tek kelime ingilizce bilmiyorlar bendeki birkaç kelimelik arapça da sadece selamlaşmamızı sağlıyor. Ağaçtan ne topladıklarını sordum el hareketimle, kırmızı küçük taneleri olan meyveden yemem için verdiler. Tanelerinden ısırdım oldukça ekşi, aromalı bir bitki topladıkları. Arapça Türkiyeli olduğumu söyledim, aralarında konuşup samimi bir şekilde başlarını salladılar. İki eski dost oldukları yüz hareketleriyle anlaşmalarından, birbirlerine karşı şakalaşmalarından belli. Kendi ismimi söyleyerek Hassan amca ve İssam amca ile tanıştım. Hassan amcanın Müslüman, İssam amcanın ise Hristiyan olduğunu öğrendiğimde ise şaşkınlığımı gizleyemedim. Onlar da benim şaşkınlığıma şaşırmış olmalı. İssam amcanın Aramice ve Arapça bildiğini öğrendim, daha fazlasına da dil koşulları müsade etmedi. Bir akşamüzeri bir vadi yamacında hayranlıkla tanıştığım Maalula, kahramanları ile beni bir bahçede aynı ağaçtan, aynı meyveyi, aynı çuvala keyifle toplayan Hassan amca ile İssam amcanın ayrımsız dostluğuna ortak ederek tanıştırdı.

5 yolayazmak / on the road: 2010 Akşamın son demleri, gökyüzü kararmak ile kararmamak arasında tereddütlü. Ben ve bu küçük minibüste ne bagaj yeri ne de küçük bir boşluk olm...

15 Kasım 2010

Zamanın İçinden Geçen Şehir: Hama

Gökyüzü yine aniden karardı. Halep'in dar ve tanıdık sokaklarında kahve ve sabun kokularıyla yoğrulduktan, kuyumcular çarşısında kendi deyimleri ile 'Seferberlik'le Halep'e yerleşmek zorunda kalan Ermeni amcalarla Türkçe'nin acı, hasret ve umut kelimeleri ile soluklandıktan sonra iç hatlar otogarı Ramusya garajındayım. Halepten Hama'ya yapacağım 146 km'lik yolculuğumun bedeli 100 Suri (3,3 TL). Otobüs henüz hareket etmedi, camdan gri renkli coğrafyayı izlerken muavinle göz göze geliyoruz, el hareketiyle perdemi kapatmamı istiyor. Muavinin perdemi örttürme isteği aklınıza herhangi bir kuşku düşürmesin. Suriye otobüslerinde perdeler bir ritüel olarak aynı anda açılıp aynı anda kapanır.
Yan koridorda oturan adam neredeyse gözünü kırpmadan heyecanla beni izliyor. Parmak arası terliklerim ve şortum ten rengimizin getirdiği kaynaşmayı gölgeliyor. Ama sonra ortak bir ''merhaba'' ile aramızda sadece koridorun sınırları kalıyor. Öyle ki birgün İstanbul'a gelirse Polat Alemdar ile bir fotoğraf çekilebilmek için benden söz bile istiyor. Polat Alemdar, Suriye'lilerin söylemiyle Murat Alemdar burada yadsınamaz bir sevginin, ilginin kaynağı ve Türkiye ile de özdeşleşmiş bir isim, bir sembol.
Halep'ten Hama'ya doğru yol yeşillendikçe yeşillendi. Yollar zifiri karanlık, yol tabelaları elbetteki arapça. Birkaç kez Muavine Hama'da ineceğimi belirttim. Kısıtlı arapçamla birçok 'şükran' yineledim. Otobüs bir köprü üstünde beni indirerek Şam'a doğru yoluna devam etti. Muavin çantamı verdikten sonra neredeyse 5 kez taksinin nerede olduğunu el yordamıyla tarif etti. Yolculuğumun daha ilk günleri ancak Suriye insanına karşı duyduğum güven yani kalbim, endişelerimi yani aklımı geri plana itiyor. Issız sayılabilecek bir köprü altından tereddütsüz bindiğim bir taksideyim ve acabalarımdan uzakta yol tabelalarından habersiz bütün kalbimle Hama'yı izliyorum. Akşamın ıssızlığı Hama'nın geniş ve düzenli caddelerine uğramamış. Hama gece de uyanık kalabilen, geceyi de içselleştirebilmiş şehirlerden. Manavlar, pastaneler, telefon dükkanları ve saat kulesi ışıl ışıl. Saat kulesinin batı yakasındaki turizm bürosunda inerek sırt çantalı gezginlerin uğrak yeri olan Cairo Hostel'a 5 dakikada yürüdüm. Dışarıdan terkedilmiş bir bina görünümündeki Cairo'da sırt çantalı japonlar görmek yüzümü güldürdü. Geceliği 500 Suri (17 TL) olan klimalı, çarşafları, havluları sırtçantalılar için gereğinden fazla temiz odama çantamı bırakarak kendimi şehire bıraktım.
Telefon kulübesi bulmam, açlığımı dindirmem ve Hama'nın kalp atışını dinlemeye gitmem gerekiyor. Birkaç kişiye sorduktan sonra telefon kulübesi buluyorum. Karnımı doyurmak içinse şehrin büyük caddelerini turladımsa da akşam kurabiyelerinden ve yanık yanık kokusu yayılan felafel'den başka tercihim yok gibi göründü. Kokusu Halep sokaklarını hatırlatan bir kahve dükkanına girip kebap yiyebileceğim iyi bir restaurant soruyorum. Şehrin dışında nam salmış bir restaurantın ismini telaffuz ediyor ama bu ismi benim pek içselleştiremediğimi anlayınca bir taksiyi durdurup kebapçının adresini veriyor. Lokantanın tek müşterisi olduğumu anlıyorum içeri girince. Halep kebabı, salata ve ayran istiyorum garsondan ama o başka yemeklerden de tatmam konusunda ısrarlı. Humus da el sıkışıyoruz. Suriye'de lokantalarda selpak ücrete dahil, kebabın yanında taze nane ve turp geliyor, ayranları ise ekşi ama bu ekşilik yoğurtlarının tabiatından gelen isteyerek yapılmış bir ekşilik. Kebap gayet güzeldi, Humus'tan ise birkaç kaşıkla yetinerek 250 Suri (8 TL) hesap ödedim. Garson çıkışta benimle birlikte fotoğraf çektirmek istediğini söyledi, pek anlam veremesem de birlikte fotoğraf çekildik.
Geceyarısı Asi nehrinin hırçın sularının kıyısında yüzlerce yıldır Hama'nın kalbi konumunda, ona ruh ve gizem katan Al Jisriye ve Al Maamoriye Naure Çarklarının karşısındayım. Birbirlerine karşılıklı olarak ahşaptan inşa edilmiş bilinen en eski ve en sağlam kalabilmiş su değirmenleri bunlar. Taş blokların arasında, sabırla, ustalıkla ve yıllara inat, zamanın Hama'dan silemediği devasa bir iz, devasa bir haykırış. Derinden ve sesinizi bastıran gıcırtısıyla Hama'nın dünya şehirlerine gönderdiği soluksuz bir nasihat. Su değirmenleri mesire alanı ile bütünleşmiş yol boyunca ağaçların arasından günyüzüne çıkıyor. Hama'lılar heyecanla geçiyor Su Değirmenlerinin önünden ve haklı gururlarını içlerinde yaşamak ister gibi uzaktan uzaktan izliyor. Konuklar ise bu görselliğe kayıtsız kalamayacak ve hafızasında daha çok yer etmesini sağlayacak kadar yakın ve şaşkın Su Değirmenlerine. Fransız'ın da Japon'un da aklında aynı soru: Nasıl? Ama en bilgin, en inandırıcı rehber bile dolduramıyor kafalardaki Nasıl'ın içini. İşte o zaman içe dönülüyor, kendi içinde arıyor insan Nasıl'ın cevaplarını. Gece yeryüzüne düşmüş birer yıldız gibi parlıyor ve saflığı ile sizi de çarklarına katarak döndürmeye başlıyor Su Değirmenleri. Dünya'nın içinde bir şehir, o şehrin insanları bir değirmeninin çarklarına binmiş geçiyor zamanın içinden biraz ıslak ama metanetle.
Sabah zamanın içinden geçen şehrin insanları sokak başındaki tezgahlarda taze meyve suları ile başlıyor güne ve kendilerine bir bahane yaratıp Su değirmenlerini karşıdan gören kafelerde, çay bahçelerinde yudumluyorlar çaylarını. Su değirmenleri sıcak Ekim ayında her katettiği dönüşte serin sularından serpiyor Hama'ya ve sabah Asi nehrinin hırçınlığı ile tanışmak için iyi bir fırsat oluyor.
Al Jisriye ve Al Maamoriye Su değirmenlerinden yol boyunca Azem Palace Müzesine doğru ilerliyorum. Azem Palace havuzlu geniş avlusu ince ince işlenmiş giriş hol yapısı ile karşılıyor. İç duvar işlemelerinden, sütunlarına, avizelerden odalardaki aksesuarlara kadar kendine has bir duruşun, kendine has bir ifadenin eseri Azem Palace. Hama'nın kabukları arasında sakladığı bir inci tanesi adeta.

Hama Meydanı'nı ortadan dört büyük dilime bölen saat kulesinin önündeyim. Karşıda gözünü göğe dikmiş Suriye Devlet Başkanı Beşir Esad'ın büyük bir posteri. Yollar taksiler ile sapsarı, topuklu ayakkabıları, sade makyajları ile kızlı erkekli gençler Kültür Merkezi'ne doğru yola koşturuyor. Objektifimi onlara doğru yönlendirip birkaç fotoğraf çekiyorum. Geleneksel entarisi içinde sadece gözlerini görebildiğim bir kadın eliyle yanındaki oğlunu işaret ederek fotoğrafını çekmemi istiyor. Kadın gururla oğluna bakıyor, çocuk gülümsüyor denklanşöre basıyorum. Sonra mutlu gözlerle en içten teşekkür ve gidiyor. Öylece kalıyorum, mail adresi yok, posta ile gönderir misin yok herşey zamanın içinden geçen bu özel şehirde bir anlığına mutlulukla durdurmak zamanı, yaşadım diyebilmek.
5 yolayazmak / on the road: 2010 Gökyüzü yine aniden karardı. Halep'in dar ve tanıdık sokaklarında kahve ve sabun kokularıyla yoğrulduktan, kuyumcular çarşısında kendi d...

12 Kasım 2010

Halep'te Konaklama

Halep şehrinde her bütçeye uygun bir konaklama seçeneği mevcut. Dedeman Otel'de Japon mutfağına da tanık olmak var, Baron Otel'de tarihin ve kültürün kesişme noktalarına şahit olmak da. Elbette Sırtçantalı gezgin için 8 yataklı taş odalar da kalma imkanı da var.
Halep'te oteller iki sokak boyunca yer almakta. Halep Garajının kesiştiği Baron Caddesi'nde, Baron Otel ve ortanın üstü gelire hitap eden oteller mevcut. Aynı zamanda Baron Otel'in arka sokağında Madam Volga'nın Turis hostel'ı sırtçantalılara hizmet vermekte.
Adını verdiği caddenin ve Ortadoğu'nun en eski oteli Baron turist olarak değil de, bir şehri anlamak için yola çıkan gezginlerin bilinçli tercihlerinden biri. Fransız, İtalyan, Yeni Zelendalı; Baron'un geniş avlusunda akşamın tiz sesinde kozmopolit bir şarkının içinde kendinizi bulabilirsiniz. Baron'a adım attığınızda sizi kendine çeken bir tavır, bir incelik var. Bu incelik de Baron'un koynunda yatan namlı kişilerin gösterişine aldırışsız doğal olması. Madam Lucine ile de, duvarlarındaki Orsen Welles'li, Kazablanka'lı film afişleri ile de elitist bir kaygısı olmaması. Ve Türkçe'nin hiç bilmediğiniz deyimleri, hiç tatmadığınız kelime okunuşlarıyla konuşulduğu en duygulu mekanlardan biri olması. Duygulu lafını ışıltılı olsun için söylemedim. Mustafa Kemal'de burada kaldı, Cemal Paşa'da ve Baron'un şimdiki sahipleri Türkiye'den göç etmek zorunda kalsa da Türkçe'den göç etmeyen emektar bir Ermeni ailesi. Bilakis konuşmalarının Türkçe'ye hoş bir aroma kattığından bile söz ederim.
Baron'da iki kişilik odalar kahvaltı ile birlikte 70 Dolardan başlayan fiyatlarla. Yolayazmak'ın sırtçantalı gezginlerine bir tüyo, Baron'un gezgin gençlere açabildiği 50 dolar fiyatına, kahvaltılı, duşlu, diğer odalardan farkını daha bohem olarak açıklayabileceğim birkaç oda seçeneğinin de oluşu.
Ve Bab Al Faraj Caddesi, Halep'i ortadan dörde dilimleyen saat kulesi. Saat kulesinin kuzeyinde Dedeman Oteli. Bağışlayın ama Dedeman ile ilgili bilgiler burada sona eriyor, nasılsa internet sitesi üzerinden banyo fayansının markasına kadar bilgi sahibi olabilirsiniz.
Biz yönümüzü doğuya dönelim. Saat kulesinin doğusuna, hemen 100 metre kadar doğusuna. Orada sırtçantalı gezgini bekleyen dışarıdan terkedilmiş bir şatoyu andıran hostellar var. Al Gawaher ve Kaser Alandaloss hostel. Al Gawaher'ı tanıtan İstanbul aşığı sahibi Polat Alemdar'ın dizi çekimleri için Halep'e geldiğinde burada birkaç sahne çektiğini övünerek anlata dursun, ben hostelin iç taş mimarisine, geniş tavanlarına, dar kapılarının ardındaki sıcak geceyi ferahlatmak için kurulmuş tavan pervaneleri ile tarihi bir yolculuğa çıkmıştım bile.
Al Gawaher ve Kaser Alandaloss hostelin 2, 4 ve 8 kişilik odalarında tarihi bir yolculuğa çıkmanın geceliği 15 YTL ve Türk parası ile ücret ödenebilmekte.
5 yolayazmak / on the road: 2010 Halep şehrinde her bütçeye uygun bir konaklama seçeneği mevcut. Dedeman Otel'de Japon mutfağına da tanık olmak var, Baron Otel'de ta...

20 Ekim 2010

Suriye Yol Notları 2

Antakya'dan Halep yaklaşık 2 saat sürmekte. Eğer otobüste Avrupa'dan gezgin arkadaşlar var ise sınırda biraz beklemece. Gezgin dediğin biraz da dağınık, hesapsız, kitapsız birşey. Hiçbir Avrupalı gezgin önceden halletmemiştir vize meselesini, sınırda oracıkta çözülüverir mesele. Vizesiz Suriye'ye geçmek, Fransız ile Japon vize kuyruğunda ter dökerken, sen ferah ferah free shopta gezmekte. Enteresan bir duygu. Tabi sınırların olmadığı bir dünya ama, Avrupa'nın bize vize için çektirdiği absürdlükler akla gelince bu biraz gurura, oh olsuna dönüşebilmekte.
Free shop mu dedik; biri Türk tarafında diğeri de Suriye tarafında, ucuza ne vardır diye aramaca. Türk tarafı biraz pahalı ama kaliteli. Suriye tarafı ucuz ama o da kaliteli. Şöyle ki Türk tarafında Marlbora var 10'lu paket 15 Euro, Suriye tarafında ise Marlbora yok diğerleri var, Fransız sigarası Gauloises var. Fiyatı mı 7 Euro'dan. Suriye tarafında ayrıca Lübnan şarabı Ksara var, fiyatı 4 Euro'dan başlamakta. Girdik free shop'a çıkamadık değil mi? Viski mi viski de var. Red Label 12 Euro'dan. Ürünlerimiz stoklarla sınırlıdır ey gezgin.
Halep yollarındayız gözüme ilk çarpan karşı şeridin sağ kulvarında sallana sallana yol alabilmemiz. Yol adabı büyüklerin dediğine göre 80'lerin Türkiyesi'nin tıpkısı. Halep'e yaklaştığını nasıl anlarsın? Hayvanat Bahçesi, şehrin dışında bir hayvanat bahçesi ilgini çekmekte.
Halepte'yiz, insan başka bir ülkede bu kadar çabuk ve tanıdık olabildiğine şaşırmıyor değil Türk garajına vardığında. Öyle ki Türkçe otobüs firması görevlileri Şam'a, Hama'ya gitme isteğinizi sorguluyor.
Ama bir dakika biz daha yeni geldik Halep'e. Gezecek çok durak, tanışacak çok yüz var. Laf arasında Suriye'de Arapça birinci, Kürtçe ikinci ve Türkçe üçüncü en çok konuşulan dil.
Türk garajında indin tam karşıda turizm bürosu ve turizm bürosunda Khaldun hiç bitmeyen soruları ve tebessümü ile seni beklemekte. Konya ovasından Antalya'ya dek. Önce onların aklındaki bir yanılgıyı düzeltmek gerekiyor başkent İstanbul değil, Ankara Khaldun'cuğum, Ankara'mı nerede, haritanın tam ortasında. Velakin Khaldun'un soruları bitmek bilmez. Ama güleryüzü, dostane yaklaşımı hiç unutulmaz. Halep'e varır varmaz daha ilk durağında turizm bürosunda sezersin merakı merakın içindeki hasreti. İki komşunun hasretini.

Bu hasretlik esnasında hiç hasret kalmayacağını düşündüğün bir koku burnunun direğini sızlatır da sızlatır. Sabun esanslı kahve kokar Halep'in sokakları, Halep kalesinin tepesinde de, kaldığın hostelin mahçup odasında da peşini bırakmaz bu koku. Kokusu olan nadir şehirlerden biridir Halep.
Ve kahve gibi zahmetli sabun gibi durudur dar sokakları. Bunu neden mi söylüyorum?
İstanbul'daki kapalı çarşıdan hallice küçük olan Halep kapalı çarşıya girdim. Esnafın hoşgeldinleri ile memnun oldum. Kumaşların özelliğine ve güzelliğine büyülendim. Hiçbir esnafın yakamdan tutupta beni dükkana zorlamamasına hayretle gülümsedim.
Ve sonra bilmediğim bir dar sokaktan saat kulesine doğru yol almak için çıktığımda, çıkamadım. Çünkü her dar sokak bir diğerine daha da daralarak çıktı. Öyle bir darlığa düştüm ki yek vücudun bile geçmesinin muamma olduğu bir uzun kıvrıma düştüm. Hava da kararıcam diye tutturmuş. Eyvah ki ne eyvah. Ama ben eyvah çekmeyi bile boşvermiş kendime övünüyorum, çok güzel anlatacak bir hikayem çıktı, çok güzel. Bu eyvahların en eyvahı, bilinçte sokaklarla birlikte daralmış. Sonra oldum olası geriye, öteberiye dönersin neyse ki ağız daha daralmamış sorarsın akşamın yükünü omzuna almış yolalan amcaya.
Clock tower, amca gülümser, sağ elinin baş parmağını işaret parmağının arasından geçirecekmiş gibi yaparak elini neyse ki başına koyar. Evet, ingilizce yok. Türki, Türkiyye dersin ufacık Arapçan ile, adam o an akşamın bütün yükünü omzundan atmış gibi gülümser. İşte o vakit arapça bilmek istersin. Arapça amca gel seninle oturup da bir bira içip ''things have changed'' ile ''şenbanbe''ye aynı yudumda efkarlanalım demek istersin. Seninle birlikte bilincinin koridorları da rahatlamıştır, nereden aklına geldiyse saat kulesinin olduğu Bab-ül Faraç meydanını ağzından kaçırıverirsin. Amcadan bir el hareketi ve Bab-ül Faraç meydanına kadar eşlik edersin ona. Hızlı yürümektedir elindeki ağır siyah naylon poşetlere aldırmadan ve arada dönüpte dönüpte bakar, bu çocuk arkada mı diye. Seni görür eğer başı devam eder. Arapçan yok diye değil, Halep'teki bu sabun ve kahve kokusunun yerini saf insan kokusu aldığından beri sersemsindir, insan sarhoşusundur uzanıpta poşetlerin bir ucundan tutamayacak kadar.

5 yolayazmak / on the road: 2010 Antakya'dan Halep yaklaşık 2 saat sürmekte. Eğer otobüste Avrupa'dan gezgin arkadaşlar var ise sınırda biraz beklemece. Gezgin dediğ...

Suriye Yol Notları Yek

Antakya'nın tozlu yollarından geçtikten sonra seni Cilvegözü Sınır kapısında temiz bir asfalt karşılayacak şaşırma. Cilvegözü Sınır Kapısına geldin memur dedi ki pasaportunda pul yok, sakin ol pul hemen iki dakikalık yürüme mesafesinde 15 YTL, pasaportunda artık pulun da var bekle bizi Aleppo.
Antakya'dan Halep otobüsle 300 Suri, Suri mi? yani Suriye parası. Şimdi ey gezgin 100 Suri 3.3 YTL hesabını buna göre ayarla. Taksi dolmuşla 500 Suri yani yaklaşık 16 YTL.
Bir dakika bir dakika sar başa, Antakya otogarındasın etrafını sarar ayaklı döviz büroları, kuru yukarıda verdim, eğer niyetin sadece Halep ise Türk parası da orada ayva, no problema. Halep'te resmi döviz büroları da birçok yerde. Eğer kur sana uygun düşmezse Halep'e kadar bekle. Takside, otobüste Türk parası ayva.
Suriye tarafına geçtin, Suriye pasaport binasındasın, duvarda büyük puntolarla Beşer Esad sen Türkiye'li gezgine Türkçe demekteki; Ey Türkiyeli kardeşim, komşum Suriye'ye hoşgeldin, işte o zamandan başlamakta Suriye ile olan kaynaşmanın dayanılmaz çabukluğu.
Yabancılar bürosundaki Suriye'li pasoport görevlileri Türkiye'li kardeşlerini görmekten çok mutlu bunu hem yüz ifadeleriyle hem de çatpat Türkçeleriyle anlatmakta.
Suriye ile Türkiye bazı siyasi gerilimlerin ardından kapılarını birbirine açan, birbirlerini keşfe çıkan iki komşu. Bu komşulukta tebessümlerde, yol tarifleri de, zevkler de, çay tutkusu da bir. Noktayı koymadan önce çaya şekeri çaydanlıkta iken atıyorlar hem de bol bol, çay yapışımız biraz farklı komşuyla ama onlarda yapacak birşey bulamadığında çay demliyorlar, komşuluk devam burada.
5 yolayazmak / on the road: 2010 Antakya'nın tozlu yollarından geçtikten sonra seni Cilvegözü Sınır kapısında temiz bir asfalt karşılayacak şaşırma. Cilvegözü Sınır Kap...

19 Ekim 2010

Yol-luk


Merhaba, yukarıdaki haritada gördüğünüz gibi Ankara'dan başlayıp, Suriye ile devam eden ve Lübnan'da tamamlanan yolculuğum sona erdi. Gidiş geliş olarak yaklaşık 3000km'lik bir yolculuk. Suriye yol notları gezginlerin iştahını kabartacak gibi görünüyor. Yol notları yazılmaya başladı. Okumayanlar için Türkiye-Ermenistan-Suriye hattında bir insan, bir tarih hikayesi Madam Lucine başlığıyla kaleme alındı. Gecenin ilerleyen saatlerinde hostelleri, lokantaları, otobüs firmaları, insanları ve de akılda kalanları ile yolayazmak'ta olacak.
Gezginlerden konu açılmışken ilki bu sene yapılan ve benimde finalistleri arasında olduğum gençlerin seyahat düşlerini gerçek kılan Özlem Pansiyon Seyahat Bursu bu sene de hız kesmeden devam ediyor. Eğer yaşınız 25'den küçük ise gözleriniz hep yol tabelalarında, düşleriniz atlaslarda ise, kendinize ait kelimeleriniz de var ise http://ozlem-pansiyon.blogspot.com/'u takipte olun derim.

Yolayazmak'ın 8. ayında site istatistiklerini de sizinle paylaşmak isterim.

En çok okunan 5 yazı;
1.Nemrut Dağı: Güneşin Dansı
2.Vizesiz Seyahat Oh Ne Rahat
3.Yolayazmak Hürriyet Seyahat Ekinde
4.İnancın Gizil Kapıları: Çilehane
5.Özgürlük ne yana düşer?
Siteyi ziyaret eden yabancı konuklar ise; Amerika, Almanya, Güney Kore, Hollanda, Tayland, Endonezya, Kanada, Katar ve Polonya'dan. (Suriye'den ziyaret etmeye çalışsam da facebook gibi blogspot'a erişmek de yasaktı.)

Yollarda buluşmak üzere..
5 yolayazmak / on the road: 2010 Merhaba, yukarıdaki haritada gördüğünüz gibi Ankara'dan başlayıp, Suriye ile devam eden ve Lübnan'da tamamlanan yolculuğum sona erdi...

11 Ekim 2010

Yolayazmak Hürriyet Seyahat Ekinde

http://www.hurriyet.com.tr/seyahat/16003997.asp?gid=56
5 yolayazmak / on the road: 2010 http://www.hurriyet.com.tr/seyahat/16003997.asp?gid=56

8 Ekim 2010

Madam Lucine

Yollar görmeyi de sağlar bazen..
Ortadoğu'nun en eski oteli 1911 yılında hizmete giren Baron Otel'deyim. Kimler konuğu olmamış ki Baron'un
Arabistanlı Lawrence, Agatha Christie, bay ve bayan Roosevelt, Irak Kralı 1. Faysal, Charles De Gaulle ve de Mustafa Kemal.
Sabah kahvaltısı için aşağı indiğimde yaşına aldırmadan sürekli koşturan, çabalayan Madam Lucine ile göz göze geliyoruz, kahvaltını yaptıktan sonra sana 201 numaralı odayı göstereceğim diyor. Heyecanlanıyorum, 201 numaralı oda, Mustafa Kemal'in seneler öncesinde kaldığı oda. Yeryüzünün en güzel yeşil zeytinini yediğim kahvaltının ardından Madam Lucine'nin yanına gidiyorum. Şöyle bir kahvaltı salonuna göz atıyor, 201 numaralı oda da kalan Fransız çift kahvaltıdan kalkmadan odaya kısa sürede gözatıp çıkmamız gerekiyor. Türkiye'lerden gelmişsin sana göstermeden nasıl yapayım diyor, Baron'un taş merdivenlerini ağır ağır çıkarken.

201 numaralı odadayım.
Odaya girişte sağ elinde tuttuğu şapkası ile boydan çekilmiş bir Mustafa Kemal fotoğrafı sizi karşılıyor. Yatakların olduğu kısımda da Mustafa Kemal'in Türkiye'nin modern yüzünü yansıtan üç ayrı fotoğrafı yer alıyor.
Odadaki mobilyaların bazıları yenilendi ama kurgusu aynıdır diyor Madam Lucine, fotoğraf çekil, fotoğraf çekil ihmal etme diye de ekliyor.
201 numaralı odanın sol yanındaki 202 numarada Arabistanlı Lawrence onun yanındaki 203 numaralı oda da ise Agahta Christie konaklamış. Agatha Christie'nin Şark Ekspresi'nde cinayet romanının ilk kısmını da bu otelde yazdığı biliniyor.
Madam Lucine ile ilk tanıştığımızda ingilizce konuşuyordum ki bana Türkçe konuş çocuk dedi. Baron Otel'e insanlar Mustafa Kemal'in, Lawrance'ın, Christie'nin yattığı yatakta uyuyabilmek, soluduğu havayı duyumsayabilmek için geliyor, Baron Otel'de tarihi ve onun kahramanlarını özenle, sevgiyle koruyor.
Baron Otel'in sahibi mi? Arapgir'li bir Ermeni olan Krikor Baron Mazlumyan. Madam Lucine'de kendi deyimiyle 'Seferberlik'le Anadoluyu terk etmek zorunda kalan bir Ermeni ailenin kızı.
İnternet'te son dakika haberi olarak Mustafa Kemal'in Savarona yatında fuhuş yapıldığı haberi geçti. Allianoi geldi aklıma, Madam Lucine'ye baktım yine bir yerlere koşturuyor, çabalıyordu. Sustum.





5 yolayazmak / on the road: 2010 Yollar görmeyi de sağlar bazen.. Ortadoğu'nun en eski oteli 1911 yılında hizmete giren Baron Otel'deyim. Kimler konuğu olmamış ki Ba...

27 Eylül 2010

Beirut... Beirut...

Doğu'nun Paris'i, Paris kadar bohem mi Paris'e rağmen modern mi? Modernin ve bohemin ötesinde, kendine özel mi? Kendine özel mi onu tanıştığımızda sezeceğiz ama Beyrut'un Türkiye'ye özel bir tarafı var. Beyrut'un kardeş şehirlerine göz atıyorum; İstanbul, Erivan ve Atina olduğum yerde şaşkınlıkla kalıyorum. Aynı kalp atışında, aynı vicdan hesaplaşmasında, aynı yemek kokusunda üç şehir.
İstanbul, Erivan ve Atina; sokaklarının kaldırım taşındaki yamuklukta, sevinçlerindeki gözyaşı da, öfkesindeki suskunluk da bir. Sarılması da, küsmesi de, koşması da, içmesi de, dağıtması da, halayı da aynı elin hamuru.
Aynı kalp atışında üç şehir ve alımlı bir kızkardeş Beyrut, biraz yorgun mu, güzellik çizgilere, kırışıklıklara rağmen deli dolu ve heyecanla bakabilmek mi yarına?
ÖzlemPansiyon güzel bir düş ile çıktı yola ve yola düş dedi genç yolcuya. Özlem'in fikri bu topraklarda gençler için ilkti, yeniydi, çok özeldi. Yoldaşlar (Sovyetler'e kadar gitmenize gerek yok hemen şu linkteler) Hürriyet Seyehat gazetesi ve Pronto Tour'da desteklerini eksik etmedi. Yol düşü, Ozlem-Pansiyon Seyahat Bursu ile umarım daha çok genç gezginin aklını çeler, daha çok gezgini bilmediği sokaklarda, bilmediği insanlarla tanıdık notalarda, renklerde buluşturur.
Yollardayız, sözün kısası, hiçbirşeyin bize ait olmadığı ama herşeyden tadabildiğimiz bir güzel sarhoşlukta.

*Farkındayım fotoğrafta yağmurlu bir akşamda Prag'ın karşı konulmaz cazibesi var, yazar burada Prag seni gizli bir aşk gibi içimde taşıyorum demek istiyor.
5 yolayazmak / on the road: 2010 Doğu'nun Paris'i, Paris kadar bohem mi Paris'e rağmen modern mi? Modernin ve bohemin ötesinde, kendine özel mi? Kendine özel mi ...

2 Eylül 2010

Al Sana Allianoi

Hayat bazen bir gelinciğin ardını görebilmek ile görememek arasındadır.
Bergama Arkeoloji Müzesinde bulunan Allianoi'nin simgesi su perisi Nymphe heykeli ve keşfedilen diğer eserler poşetlendi. Yortanlı barajı buradan da mı geçiyor? Cevap verin kültür simsarları.Alliano'nin suyuna el değebilenler onun ne kadar sahi ve derin olduğunu anlayabilir. Bir antik kent siyasetin harcı değil, insanlığın ortak hazinesidir.
Sanatçı, kozmosdaki bütün haksızlıklara, bütün cahil, faşist, köhne uygulamalara, tabiata, kültürel eserlere karşı duyarlıdır. Gerçek sanatçı toplumsaldır ve bir antik kent sulara gömülüyorsa sesinin her zamankinden daha çok çıkarmakla sorumludur. Allianoi, bir sanatçının sanatçılığı ile yüzleşebilmesinin de adıdır.
5 yolayazmak / on the road: 2010 Hayat bazen bir gelinciğin ardını görebilmek ile görememek arasındadır. Bergama Arkeoloji Müzesinde bulunan Allianoi'nin simgesi su peri...

29 Ağustos 2010

Y'ol

Kendini gizleyebilmiş ve de koruyabilmiş geçitlerden biri, Birhan Keskin'in Y'ol şiirleri. İpek Y'ol'u da geçer mi dizelerinden? Henüz seyredilmemiş, sakin ve sakil yollar arayanlara ya da bu yolculuğa çıkmışlara. Taş parçaları, atlar, kuğunun şikayeti ve Ankara ve gölgede, serin.

Ankara2

Halimi anlatacak sözler yazamam artık
Bu kavruk mektuba
Rüzgardan yan yatmış otlar koydum
Gerisini sen anla.

Ankara,
Kekliğinim, boynumda siyah bir halka.



5 yolayazmak / on the road: 2010 Kendini gizleyebilmiş ve de koruyabilmiş geçitlerden biri, Birhan Keskin'in Y'ol şiirleri. İpek Y'ol'u da geçer mi dizelerin...

27 Ağustos 2010

Gördünüz mü?

Görmediniz mi gerçekten?
Bir kent toprağa gömülüyor.
Afet mi dediniz, hayır hayır, tabiatı korumakla sorumlu bürokratların ortak kararıyla.
1800 yıllık dünyanın en büyük ve en sağlam kalabilmiş ılıcası, toprağa gömülüyor.
Allianoi toprağa gömülüyor.

Neden mi? Onu yaşatmak için. Evet onu yaşatmak için.
Bir kültürü yaşatmanın bizdeki anlamı onu toprağa gömmek.
Veya Zeugma'da olduğu gibi sulara katmak.
O zaman Kız Kulesi'ni de, Ayasofya'yı da, Nemrut'u da, Galata Kulesi'ni de, İshak Paşa Sarayı'nı da, Akdamar Kilise'sini de toprağa gömelim, su ile boğalım.
Durmayın, bu naçiz fikrinizden her kültürel eser nasibini alsın.

İzmir'in Bergama ilçesinde bulunan Allianoi antik kentinin
İzmir 2 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararı ile, DSİ’nin önerisi doğrultusunda kumla kaplanarak korunmasına karar verildi.

Bir kültürel eseri kumla kaplayarak korunmasına karar vermek.
Bunun adı kültürel eşkiyalıktır, entellektüel vandalizmdir.
Bunun adı utançtır.

''Tarihi yapan kadar tarihi yıkan da tarihe geçer'' biliyoruz.
Ve imza kampanyaları toplamak egomuzu rahatlatmaktan daha ileriye gitmiyor duyuyoruz.

''Dünya bize geçmişten miras değil gelecekten emanettir'' anlıyoruz.
Allianoi'nin utancıyla bir ömür yaşamak istemiyoruz.
Allianoi için yola çıkmalı, görüyoruz.

5 yolayazmak / on the road: 2010 Görmediniz mi gerçekten? Bir kent toprağa gömülüyor. Afet mi dediniz, hayır hayır, tabiatı korumakla sorumlu bürokratların ortak kararıyla. ...

11 Ağustos 2010

Özgürlük ne yana düşer?

*Ümit Orhan için

Hayat girift bir müessese, nereden bakarsan bak, ister doğudan ister atlantik ötesinden. Ve gitmek zorlu bir münakaşa kendin ile kendin arasında ister Paris'e ister Alaska'ya çevir yönünü. Costa Gavras, hala farklı bakabilen bir yönetmen ve hala politik kalabilen. Sean Penn, kült oyunculuğunun ışıltısına sığınmayacak ve Amerika'ya aile kavramı üzerinden sakin kroşeler atabilecek denli davetkar bir yönetmen.
Yollarla bir kadirşinaslığınız varki bu yazıyı okumayı sürdürmektesiniz. Peki, tek güvenceniz yollar kaldıysa ne yaparsınız? Yola çıkarsınız değil mi, hatta o yola tutunursunuz. Costa Gavras'ın Elias'ı da yurtsuz, topraksız, kimliksiz bir mülteci olarak öyle yapıyor. Ege sahillerinin karanlık sularında son bulmaya yüz tutan, mazisi pek de serin olmayan yaşamına yollara tutunarak, bir umudun peşine takılarak şans veriyor. Sean Penn'in Christopher'ı üniversiteyi yeni bitirmiş bir Amerikalı. Yani yurdu yıldızıyla mülhem, kimlikli bir genç. Biraz asi mi? Kariyer, 20.yüzyıldan kalma bir safsata diyen her Amerikalı sanırım biraz asidir. Biriktirdiği 24 bin doları bir vakfa bağışlayarak yola çıkan ise birazdan fazla yolcudur. Yaşadığı yere fikrini de, bedeni de, ömrünü de katacak bir yolcu. Otostopla, kanoyla yola düşen gönüllü mülteci.
Bir pantolon bir gömlek, kısıtlı yaşam alanından kaçarak, bir yurda, bir cennete ait olmak için batıya doğru yola çıkan utangaç Elias, sırt çantası, uyku tulumu ile önceden kazanılmış özgürlüklerini yok sayarak bireysel özgürlüğü peşinde koşan Christopher. Elias'ın cenneti Paris'tir. Christopher'ın özgürlüğü vahşi hayatın sınırındaki Alaska. Ve her ikisinin de en kadim ulaşım şekli otostoptur. Yollarda yepyeni bir hikayeye ortak olmanın en bedava, en samimi yolu otostop.
Bir yol filminde, kendi yolunu belki de özgürlüğünü arayanlar için ''Cennet Batıda'' ve ''Into the Wıld''.
Yollar kavuşturur..
Elias ve Christopher'ın aklında aynı soru sonra: Yol biterse özgürlük biter mi?


*into the wild'in müziği ile yol devam ediyor: http://fizy.com/#s/19rmqw
5 yolayazmak / on the road: 2010 *Ümit Orhan için Hayat girift bir müessese, nereden bakarsan bak, ister doğudan ister atlantik ötesinden. Ve gitmek zorlu bir münakaşa kendi...

22 Temmuz 2010

Mevsimlik Hayaller

Haziran'dan Ağustos'a mevsimlerden yazda, sağ şeritte bir telaş, bir heyecan, kamyonlar yollarda. Adıyaman'dan Malatya'ya, Diyarbakır'dan Ordu'ya, Adana'ya kamyonlar hayal taşır yollarda. Hayaller indirip hayaller bindirir kamyonlar. Sonra kavuşturur yollar hayalleri; kayısı ağaçlarına, pamuk tarlalarına, fındık tarlalarına. Yolların sağ şeritlerinde bir başka umut, bir başka telaş, mevsimlik işçiler ve onların hayalleri. Kimi 18'inden henüz gün almış kimi daha 15'inde, yaşıtları tatildeymiş ne gam, kimi çeyizini tamamlamak, kimi şöyle güzel bir dikiş makinesinin izinde, kimi okumanın sade okumanın derdinde. Yolların zamanı dar hayalleri geniş, elleri küçük adımları büyük, gülüşleri adımlarından da büyük mevsimlik yolcuları.
Mevsimlerden yazın, yollar sade gezginleri değil mevsimlik hayalleri de çağırır. Hayaller en çok da yollara dair.

5 yolayazmak / on the road: 2010 Haziran'dan Ağustos'a mevsimlerden yazda, sağ şeritte bir telaş, bir heyecan, kamyonlar yollarda. Adıyaman'dan Malatya'ya, D...

12 Temmuz 2010

Vizesiz Seyahat Oh Ne Rahat

Ne imiş efendim, 8 adet fotoğraf, arkası da beyaz fonlu olacakmış, gözlerin objektifin içine içine bakmamış mı? yandın demektir. Nereye gideceğini, saat kaçta hangi sokaktan dönüp, hangi meydanda susayacağını, hangi treni kaçıracağını, bir şehirde memleketine kaç kez özlem duyacağını, otele hangi ayağınla giriş yapacağını planlamadın mı? Oldu mu şimdi? Schengen kapıları sana ardına kadar kapalı. Planla gel bunları, sonra baş eğik, yüz mahsun, iki büklüm sıran gelince bir memurun önüne varacaksın, memur seni şöyle bir süzecek, uzun saçlarınla akşam karısıyla ettiği kavgayı aklına düşürürsen vay haline, işlemler sil baştan.
Pandora'nın kutusu açılalı epey oldu ve Avrupa güneşinin altında söylenen sözlerin, kat edilen kilometrelerin orjinalliği malum. Artık söylenmemiş sözlerin, gidilmemiş yolların zamanı. (Pisa kulesi darılmasın, gücenmesin boynunu da daha fazla eğmesin en azından silueti üzerinden yaratıcı fotoğraf çalışmalarını bıkmadan sürdüren müptelaları için.)
Pandora'nın kutusunda kapalı kalan son his de gün yüzüne çıkarken, sınırları olmayan gezginlere de yeni bir yolu müjdeliyor: Umut.
Gezginin hisse senetleri yoktur, hissi senetleri vardır ki umutla mülhemdir.
Umut nedir Türkiyeli gezgin için; Bosna Hersek - Hırvatistan -Sırbistan yol güzergahıdır. Geçmişin fısıldadığı sızılı ince bir melodidir. Suriye - Lübnan - Ürdün yol keşfidir. İran medeniyetidir, Hayyam'dır, İsfahan'dır, gözlerin gözlere karşı konulamazlığıdır, sarhoş olabilmek sarhoş kalabilmektir belki sıvısız ve baş ağrısız. Solomon adalarının, Barbados'un, Bahamalar'ın haklı merakı ve yol alternatifidir. Arjantin'in, Urugay'ın, Şili'nin, Venezuella'nın Fas'ın karşı konulamazlığıdır.
Kendime malum soruyu sordum, yüzünü doğuya mı dönüyorsun? Duraksamadan cevap verdi, yüzümü naif, evhamsız, azı çoğa sayan topraklara dönüyorum. O topraklar ki vaadini gizinde taşır ve gizine vize ile değil muhabbetle erişirsin.

Türkiye'ye vize istemeyen ülkeler: Antigua-Barbuda, Arjantin, Arnavutluk, Bahamalar, Barbados, Belize, Bolivya, Bosna Hersek, Brezilya, Ekvador, El Salvador, Endonezya, Fas, Fiji, Filipinler, Guatemala, Güney Afrika, Güney Kore, Gürcistan, Hong Kong Özel İdare Bölgesi, Hırvatistan, İran, Jamaika, Japonya, Kamerun, Katar, Kazakistan, Kenya, Kırgızistan, KKTC, Kolombiya, Kosta Rika, Kosova, Libya, Lübnan, Makedonya, Maldivler, Malezya, Mauritius, Monaco, Pakistan, Paraguay, Rusya, San Marino, Santa Lucia, Sırbistan, Singapur, Solomon Adaları, Sri Lanka, St. Vincent-Grenadines, Sudan, Suriye, Svaziland, Şili, Tacikistan, Tanzanya, Tayland, Trinidad-Tobago, Tunus, Tuvalu, Uruguay, Ürdün, Venezuela.

5 yolayazmak / on the road: 2010 Ne imiş efendim, 8 adet fotoğraf, arkası da beyaz fonlu olacakmış, gözlerin objektifin içine içine bakmamış mı? yandın demektir. Nereye gid...

29 Haziran 2010

Pafuckkale

Huzursuz bir gece, huzurdan ne beklediğinize göre değişse de. Yol kenarında yarı yatık bir arabada hala kaç kişi olduğumuzu bilemeden, hatırı sayılır bir desibelde Dredg dinleyerek gece de olmak. Gecenin sizinle olmadığı huzursuzluğuyla inipte yol boyu şöyle adamakıllı kaybolamamak. Çadır fikri kimseye güzel görünmedi. Herkes de çokça bir hoşnutsuzluk, arabayı ne zaman bir ağaçlık kenara yan yatırdık. Ne zaman durdu tekerleğin sıcaklığı, ibrelerin hışırtısı, rüzgarın karşıkonulamazlığı ne zaman durdu, düşman kesildik birbirimize, arzularımıza. Sadece yol için yola çıkmanın dayanılmaz ağırlığı. Yıldızların kur yapması, gecenin rock'n roll ziyafeti, bitki örtüsünün gizemli renk oyunları bile biraz olsun hafifletemedi içimize bir çakıl taşı gibi sinen bu ağırlığı. Kızların dindiren sesleri, donduran zamanı, cama çarpıp çarpıp kendiyle hesaplaşan sesleri iyi geldi. Daha fazla ağırlaşmamızı önledi. Risktir esasında o dişi heceler, eğer doğal olmazsa, ucundan, kenarından bir hesabı ölçse biçse, içten, olduğu gibi cama çarpıp çarpıp yankılanmasa. Risktir. Histeri büyür, bulutlar, toprak damları çöker beynin koridorlarına. Sabah indi esleriyle cam aralığından, indi bütün doluluklarımızı boşalttı usulca. Usul heceleriyle bir sabah seviyorum seni yollar dedirtti yine, yeni, yeniden. Herkeste bir bayram telaşı, şeker jelatinin hışırtılı mutluluğu. Kimi direksiyona sarıldı, kimi birbirine, kimi kendine sarıldı. Bir Pamukkale menüsünü midemiz kaldırırmıydı, demiştik ki en baştan anti popüler, daimi yanlız mekanlar, bir girizgah olarak. Hiçkimse çelişkiye ses çıkarmadı ve bir sırra kavuşmanın beraberliğini de yanına alarak suya doğru aktık. Kapı zor da olsa açıldı. Arabadan iner inmez turizm safsatası aklımı yedi bitirdi o an, kontrolümü ele geçirdi, siyah paltosuyla bir adamla aynı yöne bakıyorduk. Bir domino gibi çalıştı dilim, o siyah paltoludan daha çok fuck'lamalıydım. Dilim damağım kurumalıydı fuck'tan. Siyah paltolunun ağzının içine baktım fuck'ın yanına başka şeyler de ekliyordu o ve beni geçemezdi. Benim fuck'ımın yanına yanaşamazdı onun fuck sancısı. Bu zamansız sancı gelecek zamanlarımdan kaç zaman çaldıyı düşünmeye başlarken engelledim kendimi. İlk iş olarak arabadaki bütün rehber kitapları toplayıp bir kanalizasyon mazgalında sağalttım. Pamukkale tepelerinde, ayağını suya değer değmez karşına dikilen bu 21. yüzyılın maganda betonlaşmasına, bu günübirlik mimarileşmeye, bu kültür, estetik düşmanı yapı mühendislerine, şehir mühendislerine fuck'larımdan bir demet sunacaktım. Sakinleştirdim kendimi, sonra ise engel olamadım kendime. Bu mühendislerin, bu şehircilerin eşlerine , çocuklarına üzüldüm, nedense oturdum durduğum yere ve boylu boyunca onlara üzüldüm. Fuck'larımı toplu halde rehber kitaplarda emeği geçenlere sundum. Arkadaşım koşarak gelmiş, bliyor musun, biliyor musun, buradaki çok yıldızlı oteller su ihtiyacını Pamukkale'nin suyundan nasipleniyormuş buyurdu. Af buyursunlar ama bütün fuck'larımı tükettim.

5 yolayazmak / on the road: 2010 Huzursuz bir gece, huzurdan ne beklediğinize göre değişse de. Yol kenarında yarı yatık bir arabada hala kaç kişi olduğumuzu bilemeden, hatır...

28 Haziran 2010

Otostopça: Kandıra-İstanbul

Ben:
ı
ı ı
ı
ı ı

ı

Kamyon Şoförü: Yolculuk nereye?

B: Farketmez

K: Oradan geçmez

B: Peki

K: Yabancı mısın?

B: Yabancı derken?

K: Konuşman biraz farklı geldi

B: Yukarı geliyim orada laflayalım isterseniz

K: Farketmezden geçmez ama

B: Ne farkeder

K: İstanbul'a kaldı 400 km

B: eee

K: 3 saatten erken varmamam lazım

B: İleride bir çayhane var

K: Yolda da olmam gerekir, internetten takipliyiz

B:

K: Memleket?

B: Neresi gibi duruyor?

K: Doğuda bir yer gayrı ama

B:

K: Mardin

B: ıı

K: Malatya

B: ıı

K: Daha doğu mu, daha batı mı?

B: Farketmez

K:

B:

K: Ben de Muşlu'yum

B:

K: Varto

B: Bob Dylan bulunur mu?

K: Anadolu var içer misin?

B: Fotoğraftaki kim?

K: Karımın eski sevgilisi

B: Yaşlıymış

K: Ben mi yaşlıyım o mu?

B: O

K: Hahah haa h

B: O

K: 8 sene önce çektirmiştim o fotografı Musul'da

B: Fon etkileyciymiş

K: Gazlani hapishanesi 3. koğuş

B: Benzin koleksiyonerliği mi?

K: Destur

B:

K: Karıma benzeyen bir kadını alnından öptüm

B: Sürekli yapar mısınız?

K:

B:

K: İn istersen

B: Bob Dylan yok diyorsun yani

K: Piyangodan mı çıktın altılıdan mı?

B: Çok açık sözlüsünüz

K: Sözlü değil evliyim

B:

K: Hahhhaaha ıhhh haha

B: Sizi güldürebilmek iyi geldi bana da

K: Neden? Hahha ha

B: Yoldasınız

K: Evet ne olmuş

B: Yol yorgunusunuzdur

K: Yollar memleketimdir benim, insan da memleketinden yorulmaz

B: Peki eviniz?

K: O da gurbettir, karımı da sorarsın sen, o da metresim gibidir

B:

K: Samsun içer misin?

B: Anadolu'ya ne oldu?

K: Bağrımı yakıyor, şu kenarda kasetler olacaktı

B: Müslüm mü, Tatlıses mi?

K: Onur Akın

B: Şaşırdım da, şaşırmadım da

K: Hı, Samsun içer misin?

B: Koyuyum mu?

K: Nasıl?

B: Kasedi, Onur Akın'ın

K: İn artık istersen

B: Anlamadım, bir yanlışım mı oldu?

K: İn hadi, madem içmiyorsun birşey

B: Otobanda mı indiriyorsun?

K: Hadi selametle
5 yolayazmak / on the road: 2010 Ben: ı ı ı ı ı ı ı Kamyon Şoförü: Yolculuk nereye? B: Farketmez K: Oradan geçmez B: Peki K: Yabancı mısın? B: Yabancı derken? K: Konuşman bi...

26 Haziran 2010

Y ve Holy City veya Delik

Şubat'tı veya Mart'tı, ani bir manevraydı İzmir'den Denizli'ye. Bir yol tabelasının kışkırtıcı cazibesiydi, yol tabelasına mest olacak kadar cazibesiz kalışımızdı belki de, sola dönmek içten bile değildi, döndük. Kardı usul usul, buğuluydu yol boyu, uykulu ve meraklıydık, heyecan da merakın içinde harlanmıştı. Kaç kişiydik, çok muyduk, tek miydik unutmuştuk, yol tabelasından gayrı sessizliktik. İnanmak. Yeniden inanmak. Ve yeniden inanmayı denemekti yollara sürükleyen bizi. Yollara inanmak, özetle. Tek bir hece ile ne de güzelce, Yol. Tek bir harf istersen ona da müsait bu coğrafya, gitmek onun için mi bu kadar çok yakışıyor her rakımına. Vellakin, Y. Laf aramızda ingilizce bir düş ile veya gerçek, çıkmak istemezdim yola. Road çağrıştırmıyor bendeki yolu bana. Yaya şeritlerini söylesenize tek postada hangi harf bu kadar çağrıştırıpta çağırabilir. Y harfini görünce yola çıkan aylaklar tanırım şeklinde ilerliyordu monologumuz. Farklı sesler olabildik yol boyunca ama hep monolog kalarak. Bir söyleyip bin işitmeden hep monolog kalmayı başararak. Her kafadan bir ses çıktı ve arabadan inip arabaya binene kadar o sese taptık. Biz yola inanmıştık bir kere. Tanıdık tanımadık kornalar çaldık, ansız kornalara hedef olduk, şehir merkezine vardığımızda hepsini unuttuk. Sonra uzun bir yokuş, kısa olanlarının sonu genellikle uçurumdur. Kapı kolayca açıldı. Arabada sızanlar vardı, uyandırdık onları, sızmak için Hiera'nın koynundan daha iyisi var mıydı bu kozmopolitanya da. Hiera bir şarap mahzenini andırdı sızanlara. Fikir balonlarından okuduk. Derin olduğu kuşkusuz, Holy'e saygımız kuşkulu gözükmesin adını başlığa çıkardık. Ama bu şehirde, bu rüzgarda, bu saçak, sütun altında insan şarap şişesini bile kutsar. Yanlış anlaşılmasın ağzına daha bir damla şarap koymadan daha kutsar. İstemeye istemeye arka cebimdeki rehber kitaba göz ucuyla baktım. Ruhumu siyasi manevralarıyla daraltacağını sanıyordum, öyle de oldu tabi. Hep sandım ve oldu, o kitabı burada yakma fikrini aklımdan hemen attım. Derin olduğu kuşkulu buranın, dipsiz bir anti antik öylece. Hierapolis, yeryüzünün kara deliği diye bağırdım. Hiçbir kimse mi duymaz beni bu dipsiz delikte. Kimse umursamadı bu sarı delikte beni. Ayanı beyan ettiğimi fısıldadı sonra arabada, bir yol kenarında durakalmışken bir arkadaşım. Uyuklamadan önce, Hierapolis'e yeniden, yeniden düşelim demişim.
5 yolayazmak / on the road: 2010 Şubat'tı veya Mart'tı, ani bir manevraydı İzmir'den Denizli'ye. Bir yol tabelasının kışkırtıcı cazibesiydi, yol tabelasına m...

14 Haziran 2010

Meşin Yuvarlak Yollarla Buluştu

Havaalanlarında hummalı ve sabırsız bir bekleyiş, gelen uçaklar, giden uçaklar, dünyanın dört bir yanından tutku dolu insanlar pusulanın aynı ibresinde buluşuyor; Güney ve tenin aynı renginde; Afrika. Yeryüzünün en baştan çıkarıcı, nefes almayı unutturan, tadına doyum olmaz evrensel yuvarlağı fileleri şenlendirmeye başladı bile. Sadede gelmeden önce ismi Brezilya'dan, Arjantin'den, İspanya'dan ve Güney Afrika'dan bile daha fazla anılır olan sesi kendinden menkul adı kendinden güzel 2010 Dünya Kupasının gayri resmi çalgısına bir ıslığı borç bilirim.
Ey Vuvuzela, sen ki futbolun sadece futbol olmadığını hatırlattığın, yerel bir sesi çığ gibi bütün kozmosa yaydığın, her desibelinde ''bütün kara parçaları için Afrika dahil''i hatırlattığın, endüstriyel futbola en şık, en masum, en isyankar çalımı attığın için bin yaşa; Vu vuu vuuu.
Futbol tutkunları hem fikir istikametlerini Güney Afrika'ya çevirmişken, bir futbol tutkunu da ''Futbol Tutkusu Avrupa Yolcusu'' sloganı ile Avrupa yollarında.
Mustafa Özdemir ile Uğur Karakullukçu Dünya Kupası Maçlarını Avrupa'nın farklı şehirlerinden gözlemlemek, kafelerden Avrupalı taraftarların sevinçlerini, öfkelerini anlamak ve anlatmak için bir proje hazırladı. Bütçe yetersizlikleri malumunuz bir kişinin Avrupa'ya gidebilmesine imkan tanıdı ve Mustafa 12 Haziran'da ilk durağı olan Paris'e ulaşarak kupanın açılış maçı olan G.Afrika-Meksika müsabakasını izledi.
Mustafa, pclionfc.blogspot.com'da meşin yuvarlağın Avrupa serüvenini anlatmaya başladı bile. Mustafa'nın yazılarını ve yol fikstürünü Pclionfc'den takip edebilirsiniz. Pclionfc'nin 10 numarası Uğur'un Dünya kupasına dair sert ve falsolu vuruşlarına da bir göz atın derim.
Bitirirken, vuu vuuu vu.
5 yolayazmak / on the road: 2010 Havaalanlarında hummalı ve sabırsız bir bekleyiş, gelen uçaklar, giden uçaklar, dünyanın dört bir yanından tutku dolu insanlar pusulanın ayn...