5 Eylül 2012

Yeşilyalı Yol üstü Lokantası


Giresun'dan Trabzon'a seyrederken. Tirebolu'yu geçip, Görele'ye gelmeden. 
Kendi halinde ağaçların yamacında bir yol üstü lokantası, Yeşilyalı. İstanbul'dan kesin dönüş yapan Giresun'lu bir ailenin dört masa lokantası. 

 Duvarda tozlu bir kemençe, masada halis Vakfıkebir ekmeği. Tuzluklar nem yorgunu. Dışarının plastik sandalyelerinde yağmur çiseliyor. 
Menüsü öyle ahım şahım değil. Kelle paça, haşlama, şansınıza varsa mercimek ve Akçaabat köfte. Ustam bugün açmayacaktım, fındığa gidecektim, yağmur yağdı ben de açayım dedim diye anlattı, o gün sadece iki porsiyon Akçaabat köftesinin çıkmasını.  Ustamın hanımı mutfaktan öyle kokular yayıyor ki dışarıya,kestane ağaçlarının kokusuyla yarışır.  

Öncesinde bir kelle paça geldi, yediğini hissetmek böyle bir şey. Kokusu ayrı tadı ayrı güzel. İkinciyi içmeden durabilene aşk olsun. Tazelik diye bir şey var onu algılıyor insan yeniden, bazen. Sonra o mucizevi ızgara Akçaabat köftesi geldi. Lezzetin mucizeleriye bir yol üstü lokantasının, bir ayağı çukurda tahta masalarında da karşılaşabilirsiniz. Lezzetin ve mutluluğun adresi çok zaman kıyıda köşede bir yerlerde. Ustam çekinerek söyledi ''Trabzon'dan bile buraya köfte yemeye gelenler var, sizin gibi yoldan geçerken rastlayıp, sonra vazgeçemeyenler.''
Yeşilyalı, reklamsız, trüksüz, canı istediği zaman açılan, yemeklerinin ve muhabbetinin tadı sonraları hep özlenen bir yol üstü lokantası.
Kellepaça, Haşlama: 5 , Mercimek: 3, Akçaabat Köfte: 8.
5 yolayazmak / on the road: 2012 Giresun'dan Trabzon'a seyrederken. Tirebolu'yu geçip, Görele'ye gelmeden.  Kendi halinde ağaçların yamacında bir yol üstü...

31 Ağustos 2012

Gabriel abi, Daho, HİÇ.

Yunus gösteri merkezinden alkışlar yükseliyor. Hem alkışlardan kaçmaktı amaç hem şöyle sağlam Gürcü küfürleri öğrenmek. Saatlerdir ayışığının enkazında Batum'un dip sokaklarındayım. Sovyet mimarisi karanlıkta bile ışıl ışıl. Çok katlı iç içe sararmış bina yüzleri. Balkonlar ufacık. Ufacık balkonlarda büyük mutluluklar yaşanmaz diye birşey yok. Daha güzeli bile yaşanır hatta. Da ''good bye Lenin'' diyeli çok olmuş bulutlar. Amaç demlenmekse de kültürel bir motivasyon olsun için efemeracıya girdim. Baba köşede oturmuş uzun uzun yolları izliyor. Müşteriyi umursamayacak denli yol almış belli ki. Eski paralar, gümüş ibrikler, pullar, tablolar. Stalin pulu 1928 tarihli. Mavi elips desenin içinde Stalin gövdesi. Baba 8 Lari yazmış fiyatına. Neredeyse 10 Lira. Babaya pulu gösterdim gerçek mi, imitasyon mu gibisinden. Kafa salladı. Ama bana değildi cevabı, kendi sorusunu cevapladı. Eyvallah dedim ayrıldım, babanın daha yolu uzun. Sonra yol boyu kendime küfrettim. Godoş koleksiyonerler gibi imitasyon mu, gerçek mi? Soruya bak. Sonra pul pul oluverdi tenim işte, hakikati metalaştıran şu düzenin kaçıncı yalancı öznesiyim.
Yol kenarında fotoğraf çeken birini görsem içim gıdıklanıyor. Ama karar verdim o düdük delikten bakmayacağım bu şehire. Bu masumiyetin ve körebenin şehrine. Fotoğraf dediğin körleştiriyor işte. Eve dönüyorsun elinde onca fotoğraf, elin yüzün, anıların tertemiz. Ee..
Onca kahkahayı, saydam kaldırımları, sıyrılan etekleri, uzayan ökçeleri, curcunayı bir düdük delikte esgeçmişsin. Esgeçmişsin 90'lık köşebaşı votka imalatçısı Kata'yı.  
Birahaneleri kesiyorum, otel localarına sırtımı dönüyor, Batum'un kıyısında SSCB'nin eski kurtarılmış mahallesi Eras Caddesi'ne dalıyorum. Birahane ufak, ışıksız, cadde dibinde bir masalık yeri var. Kimse gelmesin diye yapılmış sanki. Girişi dik merdivenlerle alttan. Aşağıdan aldım bir masayı hop caddeye, yandaki masanın dibine. Tekil yuvarlak masanın çevresindeki harbi ağbilerden ''Ne oluyor'' bakışı. Aynı bakışın daha serti Marlen'den de. Esmer bir buldog güzeli işte. Sarışın Gürcü hatunlarından sonra göz kontrastı için birebir. Tuttum boynundan Marlen'in. Esmer fıstık seni. Gabriel abi dayanamadı 'hello' dedi. 
Sonra Daho'yla tanıştırdı işte. Adam bildiğin evsiz. Dünya adamın şeyinde dönüyor. Belki de dönmüyor öylece duruyordur. İngiliz prensinden daha hür, Japon budistten daha huzurlu yaşıyor. Batum'un HİÇ elçisi. Yaslamış sırtını plastik sandalyeye. Omzunu milim çevirmiyor. Sadece başını döndürüyor Daho. İngilizce mi, doğru dürüst Gürcü'ce bildiği bile şüpheli. Ne işi varmış filan dedi? Sordurdu Gabriel'e. Beni hiç tutmadı. Gabriel sözün başları, açık konuştu ben Türkleri ikiye ayırırım dedi. Yavşaklar ve yavşak olmayanlar. Bu tezini harita üzerinde de belgeledi. Karadeniz kıyısında mesken tutmuş olanlar yavşak diğerleri iyi. Gabriel o yavşaklardan bahsettikçe basıyor biranın gözüne. İnce uzun bardakta üçte biri diri diri köpüklü, içimi kolay, lokum gibi bira. Gürcü birası Gürcü şarabıyla yarışır.
Sonraları ince uzun bira bardakları uzadıkça uzadı. Gabriel abi bir kerede anlattı. - Bardakları uzatabilirseniz Gabriel olur abi, Daho hala Daho - Siktiklerim geliyor dedi veriyor parayı kadına, sanki bütün şehri aldılar sanıyor... O siktiklerim buradan geçmez. Otel odalarından öteye geçmez. İnsan olacaksın dedi kalbini göstererek, insan olacaksın. Daho Gabriel abinin sinirlendiğini görünce bana ters ters baktı. Gabriel abi anlattı da birşeyler, sonra Daho bir kısa 'Haa' çekti. 
Sonra birahane kapandı. Daho birahanenin önündeki plastik taburede kaldı. Gabriel abiyle sahilde demlenmeye giderken biliyordum gözü hep arkamda olacak. Almanlar sizi hep takip eden bir babaanne vardır derler. Beni de artık takip eden bir Daho var. Yersiz, yurtsuz, evsiz bir adam. Kimseye eyvallahı olmayan bir HİÇ. Günlerdir bir HİÇ'le yaşıyorum, bir HİÇ uğruna başım dik.
5 yolayazmak / on the road: 2012 Yunus gösteri merkezinden alkışlar yükseliyor. Hem alkışlardan kaçmaktı amaç hem şöyle sağlam Gürcü küfürleri öğrenmek. Saatlerdir ayışığın...

28 Temmuz 2012

Bolivya'nın Zorlu Vadisi: Yungas



Yungas Vadisi, Peru, Bolivya ve kuzey Arjantin'i çevreleyen Ant dağlarının doğu yamacında yer alan yüksek bir geçiş bölgesi. Yolculuk literatüründe ölüm yolu olarak adlandırılıyor ve dünyanın en tehlikeli yolları listesinin başlıcası. Kamyon şöförleri Coca yaprağı ile küçük ve büyük baş hayvanları La Paz'a ulaştırmak için bu yolu kullanmak zorunda. Eğer başarıyla Yungas vadisini geçerlerse alacakları ücret 140 avro.
Yungas Vadisi'nin dik arazisi araçlar için tehlikeli bir geçit olmakla birlikte Coca toplayan Cocalero işçileri için de başka bir tehlikeli yolculuğun adı. Cocalero işçileri tek geçim kaynakları olan Coca fidanlarına gitmek için 20 yıldır kendi imkanlarıyla yaptıkları bir tel yolunu kullanıyor. 20 yıldır Yungas Vadisi'nden Coca fidanlarına geçmek için çelik kablolarda salınarak yolculuk ediliyor. 400 metrelik bir mesafede yer alan bu 20'ye yakın tel saatlerce sürecek yaya yolculuğunu dakikalara indiriyor. Cocalero'lar Yungas Vadisi'nden kendilerini tele bağlıyor ve hızlıca karşı tarafa doğru kendilerini bırakıyorlar. Karşı tarafa çarpmamak içinse yaprak ve dalları kullanıyorlar. 20 yılda bazı dikkatsizlikler sonucu sadece 3 kişinin tellerden düştüğü söyleniyor. Kadınlar ise genellikle bu tel yolunu kullanmayıp yürümeyi tercih ediyor.
Coca İnka'lardan bu yana Boilvya'nın temel geçim ve stres atma kaynağı. Coca çiğneyenler acı duymadıklarını, rahatladıklarını ve La Paz'ın yüksek rakımlı çehresinin oluşturduğu strese karşı rahatlamalarını sağladığını söylüyor.   
5 yolayazmak / on the road: 2012 Yungas Vadisi , Peru, Bolivya ve kuzey Arjantin'i çevreleyen Ant dağlarının doğu yamacında yer alan yüksek bir geçiş bölgesi. Yolculu...

24 Mayıs 2012

Aynı sudan içmemişiz biz

İsviçre Zürih'deki 122 yıllık makina fabrikası binası, İstanbul Şişli'deki 82 yıllık likör fabrikası binası. İkisi de tarihi ve artık kullanılmıyor. İkisi de kent hafızasının önemli bir temsili. Şişli'deki bina sadece kentin değil Cumhuriyet tarihinin de bir temsili. Şişli Likör fabrikası Cumhuriyet'in ilk mimari yapılarından biri. Zürih'in Oerlikon semtindeki 122 yıllık makine fabrikası yeni demiryolu hattı ile kesişince tarihi binanın kaydırılmasına karar verildi. İsviçreli mühendisler 6 bin 200 tonluk binayı kızağa koyup 60 metre kaydırdılar. Bu tarihi koruma operasyonu 6 milyon liralık bir maliyetle gerçekleşti. Yetkililerin açıklamalarına göre 60 metrelik bu kaydırma Avrupa'da da ilk kez gerçekleşti.

Şişli'deki 82 yıllık likör fabrikası 2006 yılında betonarme tekniğini gösteren ender yapılardan biri olması sebebiyle ‘Endüstriyel Miras’ kapsamında tescil edilmişti. 22 Mayıs 2012'de ise Toki iştirakli 157 metre yüksekliğindeki 400 konutlu iki gökdelen için 4 Numaralı Tabiat Varlıklarını Koruma Komisyonu kararı ile yıkıldı. Adı koruma komisyonu ama sadece adı var.
Zeugma'da, Allianoi'de, Sulukule'de olduğu gibi aynı ''bilmeyenlerin iktidarı''. Neoliberalizmin mutenalaştırma bürokratları. Korumayı yıkmakla özdeşleştirmiş aynı zavallı, çapsız anlayış. Tarihi yapılara uygulanan aynı burjuvazi terörü.  Bertolt Brecht; ''Büyük sıçrayışı gerçekleştirmek isteyen, birkaç adım geriye gitmek zorundadır. Bugün yarına dünle beslenerek yol alır'' der. Ekonomide şahlandığını iddia eden Türkiye burjuvası ve bürokrasisi geriye atacak o birkaç adımını itina ile yok etti ve etmeye devam ediyor. Belleksiz ve kültürsüz bir kentin üzerine inşa ettiği o gök'delenler mislice kendilerine girmekte gecikmeyecektir. Umarız yanlış bir yerlerine denk gelmez. 

İsviçre'de, Avrupa'da ilk kez gerçekleştirilen tarihi kaydırma bilinci, Türkiye'de örneklerini daha önce de izlediğimiz dünyada eşine az rastlanır tarihi yıkarak koruma bilinci. Irak'ı işgal eden Amerika bile Irak Ulusal Müzesini bu kadar sistemli ve vahşi yağmalamamıştır. 
İsviçre'nin yaptığı korumaysa Türkiye' nin yaptığı ne? Onların içtiği su ise bizimkilerin içtiği ne? Aynı sudan içmemişiz biz.

5 yolayazmak / on the road: 2012 İsviçre Zürih'deki 122 yıllık makina fabrikası binası, İstanbul Şişli'deki 82 yıllık likör fabrikası binası. İkisi de tarihi ve ...

8 Mayıs 2012

Metin Yeğin'den Brezilya Evsizler Hareketi



Burnu ekonomik krizde sürten neoliberalizm hala kendi kentlerinin inşasına devam ediyor.. Nasıl feodal beyler, kendi şatolarını, kalelerini yaptıkları gibi neoliberalizm de bütün kentlerin ortasına dikilmiş kuleleriyle kente kimin hakim olduğunu gösteriyor. Kapısında yoksul mahalelerden tutulmuş güvenlik görevlilerinin beklediği etrafı yüksek duvarlar, elektrik telleri ve mutlaka ki kameralarıyla çevrili steril siteler, alışveriş merkezleri ve hijyenik surlarla çevrili yeni egemenin şatoları buralar.


Pek hesaba katılmasa da geçmişte kaleler ve şatolar esas olarak dış düşmanı durdurmak için değil görkemi ve imkansızlığı ile halkın isyanını durdurmak için yapılmıştır. Koruma gücü kocaman çirkinlikleriyle doğru orantılıdır. Yani ne kadar büyük ve çirkin yaparsanız o kadar çirkin bir iktidarın mümessilisinizdir. Neoliberalizmin esas oğlanı finans dünyasının şatoları, camdan kuleleri aynı işlevi görür ve hiç kimse 20-30-40 katta ne iş yapıyorsunuz abi siz ya diye sormaz. O kadar paranız var mıdır sahiden orada saymak için? Ya da odaların büyüklüğü ve sahte serinlik ve küresel ısınma yaratan klimaların üflemeleri içinde birbirinize yeni takım elbiselerinizi ve döpiyeslerinizi ve bilmediğim ve hiç giymediğim bir sürü şeyinizi sergilemek için midir uzun koridorlar ve birbirinizi süzdüğünüz 30-40 kat asansörleri?


Oralardan bugünün dünyasının etiketleri, altın ve platin kredi kartları, toplama kamplarının yakamıza iliştirilmiş sarı yıldızları dağıtılır. Oralardan ne kadar borcumuz için, ne kadar haciz gidileceği hesaplanır ve oralardan bir düğme basımı alışverişlerle borsa denen kumarhanede hiç dahil olmadığımız, önünden bile geçmediğimiz binalarında yapılan alışverişle cebimizdeki para eksilir. Her sabah kalktığımda neden Tokyo, New York, Londra ya da bilmem nere borsasındaki yükseliş ve düşüşler nedeniyle ekmeği ne kadar pahalı yiyeceğimiz belirlenir. Yani şeytanın kuyusudur oralar ama bütün bunları yapabilmek için bile çok büyüktürler. Amaçları bunları yapabilmek için bir yer değil aynı ortaçağ şatoları gibi kendi halkına karşı büyük görünme, yıkılmaz görünen firavun mezarlarıdır.


Ülkemde adına ‘Kentsel Dönüşüm’ dedikleri yoksulların kentlerden sürülmesi yani neoliberalizmin kendi kentini inşa etmesi dünyada da devam ediyor. Brezilya’da yoksullar önce köylerinden edildiler, ardından kentin kıyısından bucağından sürülüyorlar. Uzmanların ve mütahitlerin dünyası onları yok sayıyor. Öyle bir formülleri var ki bir türlü denk gelmiyor. Bir yandan birilerinin sokakları süpürmesi, güvenlik kapılarında beklemesi ve o yüksek duvarları örmesi gerek öte yandan bunu yapanların oralarda yaşamaması gerek. ‘Ah nasıl yaşıyorlar oralarda’ diyip bir de dudak kıvırıyorlar sanki bunun nedeni onlar değilmiş gibi. Buruşturulmuş yüzler eşliğinde kendi evlerini temizleyenlerin evlerinin kirliliğinden bahsediyorlar…Ah sen burjuvazi; ne kadar iki yüzlüsün ve tencere dibi gibi kara….


Brezilya’da neoliberal şatoların yani kulelerin, alışveriş merkezlerinin çevresinden süpürülen yoksullar ise kendi ‘Kentsel Dönüşümleri’ gerçekleştiriyor. Daha önce ‘Topraksızlar’ kitabında, filminde anlattığım MST-Topraksızlar hareketi şimdi kent yoksulları ile kentte toprak işgal ederek ‘Barınma hakkını’ talep eden yoksulları örgütlüyor. MTST-(Movimento Trahabodores Sem Teta) Sao Poula başta olmak üzere Rio da Jenerio, Campinas’da 5000 evlik yeni kentler kurdu. Büyük ilan tahtalarından, parti flamalarından, veresiye alınmış üstleri kaynatılmış soğan kabuklarıyla boyanmış tahta plakalardan ama içinde ne yazık ki bir türlü eksik olmayan televizyonlardan, hatta güçlükle sığdırılmış koltuk takımlarından ve umutlardan inşa edilmiş binlerce ev.


MTST’yi Evsizler Hareketini anlatmaya devam edeceğim. Brezilya’dan Şili’ye giderken yazıyorum bu yazıyı ama anlattığım bütün sokaklar bizim hikayemizdir.


Metin Yeğin
5 yolayazmak / on the road: 2012 Burnu ekonomik krizde sürten neoliberalizm hala kendi kentlerinin inşasına devam ediyor.. Nasıl feodal beyler, kendi şatolarını, kaleleri...

Bernhard'dan Avusturya'ya



''Ne övecek, ne lanet edilecek, ne de yakınılacak bir şey var ortada, ama pek çok şey gülünç aslına bakarsanız, insan ölümü düşündüğünde her şey gülünç. İnsan yaşamdan geçip gidiyor, etkilenerek ya da etkilenmeksizin, sahneden geçiyor, her şeyin yerine bir başkası konulabilir, dekor parçalarından ibaret bir devlette talimli yada talimsiz yaşamak; bir yanılgı! İnsan anlıyor, her şeyden habersiz bir halk, güzel bir ülke ölmüş ya da vicdansızlıklarında dürüst babalar, yalın, gereksinimleri bağlamında yoksul mu yoksul ve küçük insanlar.
Her şey, son derece felsefi ve dayanılmaz bir tarih öncesi. Çağlar bunamış. Devlet, hep çöküp gitmeye yargılı bir oluşum, halk ise hep ahlaksızlığa ve akıl zaafına yargılı bir kalabalık. Yaşam, bütünüyle bir umutsuzluk, o yaşama dayanan felsefeler içersinde sonunda her şey delirmek zorunda.
Bizler Avusturyalıyız, her şeye karşı hastalıklı bir kayıtsızlık içindeyiz; yaşam karşısında genel bir kayıtsızlığı temsil eden bir yaşamız. Kendimiz hakkında acınası olduğumuzdan başka söylenebilecek bir şeyimiz yok, imgelem gücümüz sayesinde felsefi-ekonomik-mekanik bir tekdüzeliğin pençelerindeyiz. Çöküşün araçları, can çekişmek için yaratılmış yaratıklar, her şey içimizde açıklanmakta, ama bizler hiçbir şey anlamıyoruz. bir travmaya yerleşmişiz, kendimizden korkuyoruz, kendimizden korkmaya hakkımız var, belli belirsiz arka planda da olsa, korkunun devlerini görmekteyiz. Düşündüklerimiz, yeniden düşünülmüş olanlar, hissettiklerimiz birer kaos, varlığımız bulanık. Utanmamıza gerek yok, ama bizler de birer hiçiz ve kaostan başka bir şeyi hak etmiyoruz."
Thomas Bernhard - Ödüller
5 yolayazmak / on the road: 2012 ''Ne övecek, ne lanet edilecek, ne de yakınılacak bir şey var ortada, ama pek çok şey gülünç aslına bakarsanız, insan ölümü düşü...

16 Şubat 2012

Delliğe Övgü ya da onaltışubatnotları

*Ağustos'tan Şubat'a geçen zamanın tahlilini Şükrü Erbaş yapıyor: ''Karın kapattığı yollarda / Yalnızca serçelerin kanat izleri /Bir tek pencere görünmüyor ufukta / Gittikçe ağırlaşıyor hiçlik duygusu.''
Bu hiçlik duygusundan bizi zaman zaman da olsa uzaklaştıran deliler iyi ki var. Ve o delilerin en netamelisi, gezgin, Sri Lanka'da mahpus, etimolojinin fırlaması, küçük otellerin gavur hocası Sevan Nişanyan.
*Fikrine, yapımına ve fantezisine ortak olduğu İzmir Şirince'deki Matematik köyünden yukarıdaki kaya manzarasına bakarken burada birşey eksik diyor ve fotoşop marifetiyle Fethiye'nin Yaka köyünde bulunan Likyalılar zamanının Bellerofon Mezarını örnek alarak böyle bir yapı hayal ediyor.
15 Nisan 2009'da taşa ilk çekici vurarak işe koyulan Nişanyan 19 Şubat pazar günü kaya mezarın açılışını yapacak. Törende helva ve sınırsız miktarda şarap vaat eden Nişanyan eseri; Kayserkaya mevkiinde yekpare kayadan oyulan mezar, altı metre yükseklikte ve dörtbuçuk metre eninde İyon tarzı bir tapınak cephesine sahip diye tanımlıyor. Alliaonai'si sular altında kalan İzmir ikibin yıl sonra bir kaya mezarına kavuşuyor. Tabii koruma kurulu, özel idare kurulu gibi bürokratik zavallılıklar izin verirse. Şimdiden kayayı sit alanı ilan etmişler bile. Davalar eli kulağındadır diyor Nişanyan ve ekliyor öldükten sonra bu mezara gömülmeyi şimdilik düşünmüyorum. Bu konudaki soruları öldükten sonra düşünürüz. Kaya mezarın yapım sürecini buradan ayrıntılı bir şekilde okuyabilirsiniz. *Gazella Travel Designer şirketi ''Gazella ile 3 Kıta 1 Blogger'' adı ile bir gezi yarışması düzenliyor. Başvuru süreci 2 hafta olan yarışmaya katılmak için blogunuzda üç adet gezi yazısı olması gerekiyor. Daha sonra halk oylaması ile ilk 10'a kalan blog yazarları ayrıntılı olarak gitmek istedikleri yer ile ilgili hayallerini yazacak ve jüri değerlendirmesi ile birinci seçilen aday, Gazella tarafından bütün masrafları karşılanmak üzere yaklaşık 2500 avro değerinde bir tatil kazanacak. İkinci ve 3. seçilen finalistler de tatil hediyesi ile ödüllendirilecek.
Yarışma jürisinde bulunan Özlem Pansiyon teyze oldum, abla oldum beni jüri yaptılar şeklinde bir yakınma yazısı yazmış ama Türkiye'deki ilk ve hala tek samimi seyahat bursunu organize etme deliliğini sürdürdüğü için hala hepimizden genç olduğu aşikar. Bir gezi şirketinin seyahat bursu organize etmesi güzel ama bir pansiyon sıcaklığını ve samiyetini hissetmek oldukça güç. Şirket hayallerimizi gerçekleştirmemizi vaat ediyor, pansiyon ise yola çıkmamızı.
Yola mı çıkmak istiyoruz büyük hayaller gerçekleştirmek mi?

*Metin Yeğin Bolivya'dan seslendi: ''Normal bir gece yolculuğuydu. Otobüs karanlığın içinde ilerliyor. Bir yerde durunca, pencerelerinin önü tavuk, pilav, cola, su ve meyve kompostosu satıcılarıyla doluyor, biraz uzun durursa herkes inip sağa sola işiyordu. Kocaman açılan camların yanında çardakta uyur gibi yıldızlara sarılıp gidiyorduk. Bir ara çok uzun durdu. Böyle bir durumda, hemen diğer yolcuları kontrol etmek gerekiyordu çünkü bir kere Arjantin’de bizi otobüste unutmuşlardı. Bütün yolcular uyuyordu. Sorun yoktu. Muhtemel, bir barikatla yol kesme olmalıydı. Otobüs böyle durumlarda biraz geri gidiyor, bir dağ yoluna ya da sadece dağa sapıp gidiyordu. Açık kapalı camlardan, üst ve alt kapaklarından ve her yerden içeri toprak yağıyordu. Gözümüzü toprağa doyuruyordu. ...Garip bir dünya. Grev hakkı gibi bir barikat hakkı gelişiyor. İzinsiz gösteri düzenleme hakkı gibi, bu origamik demokrasinin bir kenarına sığışıyor. Sevinmeli belki. Fener alayları düzenlemeli ama mutlaka yollar kesilmeli. Gerçek ya da temsili hak arama milisleri, çalışma planları, iş, ekmek ya da dört çeker araba ruhsatları. Artık hepimiz, bütün dünya, Köroğlu çocukları...''

*Yollarda görüşmek üzere, Şirince'ye gidenler kaya mezarına nazır bir kadeh de bizim için şarap içsin.
5 yolayazmak / on the road: 2012 *Ağustos'tan Şubat'a geçen zamanın tahlilini Şükrü Erbaş yapıyor: ''Karın kapattığı yollarda / Yalnızca serçelerin kanat izl...