
Auschwitz'den sonra şiir yazmak mümkün değil.
Peki Allianoi'den sonra yola çıkmak mümkün mü?
Peki Allianoi'den sonra yola çıkmak mümkün mü?

Minibüs Şam otobanından bir sapağa geçiş yaptığında büyük bir merakla tanışmayı beklediğim Maalula'nın aniden karşıma çıkabileceğinden habersizdim. Dik kayaların arasında taş üstünde taş evleri ile bu pastel renkli şehir Mardin'e gelmiş olma ihtimalimi bana sorgulatsa da kilisenin çan sesi ile kendime geldim. Merhaba Maalula, merhaba Suriye coğrafyasına bu kadar yabancı, kendine bu kadar özel olabilen köy, tanıştığıma çok memnun oldum.
Minibüsten indiğimden beri önümde iki dik sokak duruyor. Az önce akşam ezanı okundu ve şimdi Saint Takla Manastırı'nın olduğu tepeye doğru baktığımda evlerin üstünde ışıldayan haç işaretleri ile manastırın zirvesindeki Hz. İsa heykeli adeta beni selamlıyor. O kadar ani oldu ki bir tuvale özenle çizilmiş gibi duran bu sürrealist taş yapılarla tanışmam. Sonra kayalıkların gerisinden yankılanan bir ezan sesi ve ona parıltısı ile eşlik eden haç işaretleri. Suriye'de Arapça konuşabilmeye hiç bu kadar çok ihtiyaç duymamıştım. Bu özel ve dokunaklı evlerin, Arnavut kaldırımlı sokakların, bu şaşırtıcı hoşgörünün mimarı kim, kahramanı kim?
Saint Takla Manastırı'na doğru uzanan dik yokuşu tırmanıyorum. Yoldan geçen kimse yabancılamıyor beni, onlar için sıradan bir manzara sanırım önlerinden geçen. Bu geceyi Maalula'da geçirmek isteğim, bildiğim ise burada sadece 4 yıldızlı bir otelin olduğu ve hiç hostelin olmadığı. Kesin olarak bilmediğim ise Maalula'nın tepesindeki Saint Takla Manastırı'nın gezginler için konaklama imkanının sağlanabildiği. Saint Takla Manastırı'na vardığımda turist kafilelerinin manastırdan ayrılıp otobüslerine doğru yol aldıklarını gördüm. Manastırın büyük kapılarından geçip, dik merdivenlerinden çıkıp danışma görünümlü bir büroda duran genç kıza, "Burada kalabilir miyim?" diye sordum. Kız olduğu yerden kalktı, biraz ilerdeki bir kapıdan içeri girdi. Birkaç dakika çantam omzumda bekledim, ümidi kesmek üzereyken kız bir rahibe ile yanıma doğru geldi. Rahibe eliyle beni işaret ederek, "Siz mi kalacaksınız?" dercesine sordu. "Evet" dedim. Beni kısa bir süre inceledikten sonra sadece "Pasaport" dedi. Pasaportu verdim ve hızlıca yürümeye başlayan rahibeyi takip ettim. Rahibe ile birlikte adeta manastırın gizli dehlizlerden aşağıya doğru indik. Baktım, manastırın girişine gelmişiz. Geniş avluya kapalı duran kapıyı açıp, holden yüksek tavanlı bir odaya girdik. Odadaki sandık üzerinde sıra sıra döşeklerden birini kenardaki yatağın üzerine birlikte yerleştirdik. Rahibe özenle döşeğin üzerine çarşaf sererken ben de sandık üzerindeki yorganlardan birini alıp yatağa serdim. Rahibe hiç konuşmadan duşu alafranga ve alaturka tuvaleti, holün ışığını nereden kapatacağımı gösterip bir yere yetişecek gibi hızlıca gitti.
Duvarlarında Hz. İsa'ya, Hz. Meryem'e ait gravürlerin bulunduğu sessiz odamdan dışarı çıkıp manastırın girişinden artık tamamen kararan ve bir ışık demetini andıran Maalula'yı izledim. Maalula'nın sakin sokaklarında konuklarının karınlarını doyurabileceği bir yer var mıydı? Manastırdan minibüsten indiğim yere doğru iniyorum, boyunlarında haçları ile Maalula'lı kadınlar önce uzun gölgeleri sonra Arapça konuşmaları ile yanımdan geçiyor. Sokağın başına geldiğimde karşıda kırmızı panjuru ile bir kafe gözüme çarpıyor. Montagna Cafe, şirin ve butik görünümü ile içimi ısıtıyor. Suriye'de küresel fastfood ve yemek dükkanları yok ancak Maalula köyünün bir butik kafesindeki tavuklu sandviç enfes sosu ile yeryüzünün en özel tavuk sandvici olmaya aday.
Sabahın çok erken vakti, dingin ve serin yeni güne ömrümde ilk kez Maalula'da bir manastırda uyandım. Manastırın dışına geniş avluya çıktım. Saint Takla Manastırı'na ve tepesindeki Hz. İsa heykeline bakındım. Saint Takla ile ilgili bildiklerimi aklımdan geçirdim. Saint Takla Manastırı ismini Saint Takla adı verilen azizeden alıyor. Hıristiyan inanışına göre Hz. Meryem Yahudiler'den kaçtığı sırada Saint Takla ona yardım ediyor. Saint Takla'nın Hz. İsa'ya iman eden ilk azizelerden biri olduğuna da inanılıyor. Manastır birbirine bitişik olarak u şeklinde dizayn edilmiş üç katlı bir yapıdan oluşmuş. Üç ayrı geniş avlusu bulunan manastırın orta katında kilise, en üst katında Saint Takla'nın türbesi yer alıyor.
Sonra, o yekpare bir kaya gibi duran sırtını Lübnan'ın sınırlarına dayamış, azınlık Müslümanlar'ın Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlarla bir arada yaşadığı tarihin derin ve özel mekanlarından biri olan Maalula'ya yüzümü döndüm. Turist kafileleri otobüsleri ile Saint Takla Manastırı'na yanaşmaya başlamıştı. Bu hoşgörü ve ibadet mekanı Hz.İsa'nın yaşadığı çağda konuşulan Aramice'nin yerel halk tarafından hala yazılabiliyor ve konuşulabiliyor olması ile de ilgi çekici.
Manastırdan dışarı çıkıp, manastırın arka tarafındaki dağ yoluna doğru yürüyorum. Dağ yolu mağara oyuğu gibi kayaların arasında kıvrımlı bir yol. Yol turistlerin uğrak mekanlarından, herkes önce kaygan oyuklara tırmanmak sonra da fotoğraf çektirmek derdinde. Dağ yolunun kimi yerleri dar ve basık. Yolu 10 dakikalık bir yürüme mesafesi ile geçtikten sonra Maalula'nın en tepesindeki dört yıldızlı otelin ve Saint Takla Manastırı'ndan daha küçük Couvent Sts. Serge et Baccmus kilisesinin bulunduğu bölgeye ulaştım. Kiliseye yürürken tabelalarda karakalem ve boyama Maalula resimleri de bana eşlik etti. Kilisenin Maalula'ya dair panaromik bir görüntü sunacağını düşünerek kiliseye girsem de kilise duvarları arasında şehri fotoğraflayabilecek bir açıklık bulamadım. Kilise'nin hediyelik eşya bölümünde Maalula yazılı kitap ayraçları, süs eşyaları ilgi çekiciydi.
Kiliseden ayrılıp dağ yoluna doğru yöneldim, baktım bahçede iki köylü amca gayretle ağaçtan birşeyler topluyor, çuvallara atıyor. Selam vererek yanlarına gittim, önce şaşırdılar sonra gülen yüzlerle selamladılar. Bana aldırmadan keyifle ağaçtaki saplı meyveden toplamaya devam ediyorlar. Doğal olarak tek kelime ingilizce bilmiyorlar bendeki birkaç kelimelik arapça da sadece selamlaşmamızı sağlıyor. Ağaçtan ne topladıklarını sordum el hareketimle, kırmızı küçük taneleri olan meyveden yemem için verdiler. Tanelerinden ısırdım oldukça ekşi, aromalı bir bitki topladıkları. Arapça Türkiyeli olduğumu söyledim, aralarında konuşup samimi bir şekilde başlarını salladılar. İki eski dost oldukları yüz hareketleriyle anlaşmalarından, birbirlerine karşı şakalaşmalarından belli. Kendi ismimi söyleyerek Hassan amca ve İssam amca ile tanıştım. Hassan amcanın Müslüman, İssam amcanın ise Hristiyan olduğunu öğrendiğimde ise şaşkınlığımı gizleyemedim. Onlar da benim şaşkınlığıma şaşırmış olmalı. İssam amcanın Aramice ve Arapça bildiğini öğrendim, daha fazlasına da dil koşulları müsade etmedi. Bir akşamüzeri bir vadi yamacında hayranlıkla tanıştığım Maalula, kahramanları ile beni bir bahçede aynı ağaçtan, aynı meyveyi, aynı çuvala keyifle toplayan Hassan amca ile İssam amcanın ayrımsız dostluğuna ortak ederek tanıştırdı.

Halep'ten Hama'ya doğru yol yeşillendikçe yeşillendi. Yollar zifiri karanlık, yol tabelaları elbetteki arapça. Birkaç kez Muavine Hama'da ineceğimi belirttim. Kısıtlı arapçamla birçok 'şükran' yineledim. Otobüs bir köprü üstünde beni indirerek Şam'a doğru yoluna devam etti. Muavin çantamı verdikten sonra neredeyse 5 kez taksinin nerede olduğunu el yordamıyla tarif etti. Yolculuğumun daha ilk günleri ancak Suriye insanına karşı duyduğum güven yani kalbim, endişelerimi yani aklımı geri plana itiyor. Issız sayılabilecek bir köprü altından tereddütsüz bindiğim bir taksideyim ve acabalarımdan uzakta yol tabelalarından habersiz bütün kalbimle Hama'yı izliyorum. Akşamın ıssızlığı Hama'nın geniş ve düzenli caddelerine uğramamış. Hama gece de uyanık kalabilen, geceyi de içselleştirebilmiş şehirlerden. Manavlar, pastaneler, telefon dükkanları ve saat kulesi ışıl ışıl. Saat kulesinin batı yakasındaki turizm bürosunda inerek sırt çantalı gezginlerin uğrak yeri olan Cairo Hostel'a 5 dakikada yürüdüm. Dışarıdan terkedilmiş bir bina görünümündeki Cairo'da sırt çantalı japonlar görmek yüzümü güldürdü. Geceliği 500 Suri (17 TL) olan klimalı, çarşafları, havluları sırtçantalılar için gereğinden fazla temiz odama çantamı bırakarak kendimi şehire bıraktım.
Telefon kulübesi bulmam, açlığımı dindirmem ve Hama'nın kalp atışını dinlemeye gitmem gerekiyor. Birkaç kişiye sorduktan sonra telefon kulübesi buluyorum. Karnımı doyurmak içinse şehrin büyük caddelerini turladımsa da akşam kurabiyelerinden ve yanık yanık kokusu yayılan felafel'den başka tercihim yok gibi göründü. Kokusu Halep sokaklarını hatırlatan bir kahve dükkanına girip kebap yiyebileceğim iyi bir restaurant soruyorum. Şehrin dışında nam salmış bir restaurantın ismini telaffuz ediyor ama bu ismi benim pek içselleştiremediğimi anlayınca bir taksiyi durdurup kebapçının adresini veriyor. Lokantanın tek müşterisi olduğumu anlıyorum içeri girince. Halep kebabı, salata ve ayran istiyorum garsondan ama o başka yemeklerden de tatmam konusunda ısrarlı. Humus da el sıkışıyoruz. Suriye'de lokantalarda selpak ücrete dahil, kebabın yanında taze nane ve turp geliyor, ayranları ise ekşi ama bu ekşilik yoğurtlarının tabiatından gelen isteyerek yapılmış bir ekşilik. Kebap gayet güzeldi, Humus'tan ise birkaç kaşıkla yetinerek 250 Suri (8 TL) hesap ödedim. Garson çıkışta benimle birlikte fotoğraf çektirmek istediğini söyledi, pek anlam veremesem de birlikte fotoğraf çekildik.
Geceyarısı Asi nehrinin hırçın sularının kıyısında yüzlerce yıldır Hama'nın kalbi konumunda, ona ruh ve gizem katan Al Jisriye ve Al Maamoriye Naure Çarklarının karşısındayım. Birbirlerine karşılıklı olarak ahşaptan inşa edilmiş bilinen en eski ve en sağlam kalabilmiş su değirmenleri bunlar. Taş blokların arasında, sabırla, ustalıkla ve yıllara inat, zamanın Hama'dan silemediği devasa bir iz, devasa bir haykırış. Derinden ve sesinizi bastıran gıcırtısıyla Hama'nın dünya şehirlerine gönderdiği soluksuz bir nasihat. Su değirmenleri mesire alanı ile bütünleşmiş yol boyunca ağaçların arasından günyüzüne çıkıyor. Hama'lılar heyecanla geçiyor Su Değirmenlerinin önünden ve haklı gururlarını içlerinde yaşamak ister gibi uzaktan uzaktan izliyor. Konuklar ise bu görselliğe kayıtsız kalamayacak ve hafızasında daha çok yer etmesini sağlayacak kadar yakın ve şaşkın Su Değirmenlerine. Fransız'ın da Japon'un da aklında aynı soru: Nasıl? Ama en bilgin, en inandırıcı rehber bile dolduramıyor kafalardaki Nasıl'ın içini. İşte o zaman içe dönülüyor, kendi içinde arıyor insan Nasıl'ın cevaplarını. Gece yeryüzüne düşmüş birer yıldız gibi parlıyor ve saflığı ile sizi de çarklarına katarak döndürmeye başlıyor Su Değirmenleri. Dünya'nın içinde bir şehir, o şehrin insanları bir değirmeninin çarklarına binmiş geçiyor zamanın içinden biraz ıslak ama metanetle.
Sabah zamanın içinden geçen şehrin insanları sokak başındaki tezgahlarda taze meyve suları ile başlıyor güne ve kendilerine bir bahane yaratıp Su değirmenlerini karşıdan gören kafelerde, çay bahçelerinde yudumluyorlar çaylarını. Su değirmenleri sıcak Ekim ayında her katettiği dönüşte serin sularından serpiyor Hama'ya ve sabah Asi nehrinin hırçınlığı ile tanışmak için iyi bir fırsat oluyor.
Al Jisriye ve Al Maamoriye Su değirmenlerinden yol boyunca Azem Palace Müzesine doğru ilerliyorum. Azem Palace havuzlu geniş avlusu ince ince işlenmiş giriş hol yapısı ile karşılıyor. İç duvar işlemelerinden, sütunlarına, avizelerden odalardaki aksesuarlara kadar kendine has bir duruşun, kendine has bir ifadenin eseri Azem Palace. Hama'nın kabukları arasında sakladığı bir inci tanesi adeta.

Adını verdiği caddenin ve Ortadoğu'nun en eski oteli Baron turist olarak değil de, bir şehri anlamak için yola çıkan gezginlerin bilinçli tercihlerinden biri. Fransız, İtalyan, Yeni Zelendalı; Baron'un geniş avlusunda akşamın tiz sesinde kozmopolit bir şarkının içinde kendinizi bulabilirsiniz. Baron'a adım attığınızda sizi kendine çeken bir tavır, bir incelik var. Bu incelik de Baron'un koynunda yatan namlı kişilerin gösterişine aldırışsız doğal olması. Madam Lucine ile de, duvarlarındaki Orsen Welles'li, Kazablanka'lı film afişleri ile de elitist bir kaygısı olmaması. Ve Türkçe'nin hiç bilmediğiniz deyimleri, hiç tatmadığınız kelime okunuşlarıyla konuşulduğu en duygulu mekanlardan biri olması. Duygulu lafını ışıltılı olsun için söylemedim. Mustafa Kemal'de burada kaldı, Cemal Paşa'da ve Baron'un şimdiki sahipleri Türkiye'den göç etmek zorunda kalsa da Türkçe'den göç etmeyen emektar bir Ermeni ailesi. Bilakis konuşmalarının Türkçe'ye hoş bir aroma kattığından bile söz ederim.
Baron'da iki kişilik odalar kahvaltı ile birlikte 70 Dolardan başlayan fiyatlarla. Yolayazmak'ın sırtçantalı gezginlerine bir tüyo, Baron'un gezgin gençlere açabildiği 50 dolar fiyatına, kahvaltılı, duşlu, diğer odalardan farkını daha bohem olarak açıklayabileceğim birkaç oda seçeneğinin de oluşu.
Ve Bab Al Faraj Caddesi, Halep'i ortadan dörde dilimleyen saat kulesi. Saat kulesinin kuzeyinde Dedeman Oteli. Bağışlayın ama Dedeman ile ilgili bilgiler burada sona eriyor, nasılsa internet sitesi üzerinden banyo fayansının markasına kadar bilgi sahibi olabilirsiniz.
Biz yönümüzü doğuya dönelim. Saat kulesinin doğusuna, hemen 100 metre kadar doğusuna. Orada sırtçantalı gezgini bekleyen dışarıdan terkedilmiş bir şatoyu andıran hostellar var. Al Gawaher ve Kaser Alandaloss hostel. Al Gawaher'ı tanıtan İstanbul aşığı sahibi Polat Alemdar'ın dizi çekimleri için Halep'e geldiğinde burada birkaç sahne çektiğini övünerek anlata dursun, ben hostelin iç taş mimarisine, geniş tavanlarına, dar kapılarının ardındaki sıcak geceyi ferahlatmak için kurulmuş tavan pervaneleri ile tarihi bir yolculuğa çıkmıştım bile.
Al Gawaher ve Kaser Alandaloss hostelin 2, 4 ve 8 kişilik odalarında tarihi bir yolculuğa çıkmanın geceliği 15 YTL ve Türk parası ile ücret ödenebilmekte.
Antakya'dan Halep yaklaşık 2 saat sürmekte. Eğer otobüste Avrupa'dan gezgin arkadaşlar var ise sınırda biraz beklemece. Gezgin dediğin biraz da dağınık, hesapsız, kitapsız birşey. Hiçbir Avrupalı gezgin önceden halletmemiştir vize meselesini, sınırda oracıkta çözülüverir mesele. Vizesiz Suriye'ye geçmek, Fransız ile Japon vize kuyruğunda ter dökerken, sen ferah ferah free shopta gezmekte. Enteresan bir duygu. Tabi sınırların olmadığı bir dünya ama, Avrupa'nın bize vize için çektirdiği absürdlükler akla gelince bu biraz gurura, oh olsuna dönüşebilmekte.
Bu hasretlik esnasında hiç hasret kalmayacağını düşündüğün bir koku burnunun direğini sızlatır da sızlatır. Sabun esanslı kahve kokar Halep'in sokakları, Halep kalesinin tepesinde de, kaldığın hostelin mahçup odasında da peşini bırakmaz bu koku. Kokusu olan nadir şehirlerden biridir Halep.
Antakya'nın tozlu yollarından geçtikten sonra seni Cilvegözü Sınır kapısında temiz bir asfalt karşılayacak şaşırma. Cilvegözü Sınır Kapısına geldin memur dedi ki pasaportunda pul yok, sakin ol pul hemen iki dakikalık yürüme mesafesinde 15 YTL, pasaportunda artık pulun da var bekle bizi Aleppo. 
Yollar görmeyi de sağlar bazen..
201 numaralı odadayım.
Doğu'nun Paris'i, Paris kadar bohem mi Paris'e rağmen modern mi? Modernin ve bohemin ötesinde, kendine özel mi? Kendine özel mi onu tanıştığımızda sezeceğiz ama Beyrut'un Türkiye'ye özel bir tarafı var. Beyrut'un kardeş şehirlerine göz atıyorum; İstanbul, Erivan ve Atina olduğum yerde şaşkınlıkla kalıyorum. Aynı kalp atışında, aynı vicdan hesaplaşmasında, aynı yemek kokusunda üç şehir.
Hayat bazen bir gelinciğin ardını görebilmek ile görememek arasındadır.
Bergama Arkeoloji Müzesinde bulunan Allianoi'nin simgesi su perisi Nymphe heykeli ve keşfedilen diğer eserler poşetlendi. Yortanlı barajı buradan da mı geçiyor? Cevap verin kültür simsarları.
Alliano'nin suyuna el değebilenler onun ne kadar sahi ve derin olduğunu anlayabilir. Bir antik kent siyasetin harcı değil, insanlığın ortak hazinesidir.
Sanatçı, kozmosdaki bütün haksızlıklara, bütün cahil, faşist, köhne uygulamalara, tabiata, kültürel eserlere karşı duyarlıdır. Gerçek sanatçı toplumsaldır ve bir antik kent sulara gömülüyorsa sesinin her zamankinden daha çok çıkarmakla sorumludur. Allianoi, bir sanatçının sanatçılığı ile yüzleşebilmesinin de adıdır.
Kendini gizleyebilmiş ve de koruyabilmiş geçitlerden biri, Birhan Keskin'in Y'ol şiirleri. İpek Y'ol'u da geçer mi dizelerinden? Henüz seyredilmemiş, sakin ve sakil yollar arayanlara ya da bu yolculuğa çıkmışlara. Taş parçaları, atlar, kuğunun şikayeti ve Ankara ve gölgede, serin.
Görmediniz mi gerçekten?
*Ümit Orhan için
Haziran'dan Ağustos'a mevsimlerden yazda, sağ şeritte bir telaş, bir heyecan, kamyonlar yollarda. Adıyaman'dan Malatya'ya, Diyarbakır'dan Ordu'ya, Adana'ya kamyonlar hayal taşır yollarda. Hayaller indirip hayaller bindirir kamyonlar. Sonra kavuşturur yollar hayalleri; kayısı ağaçlarına, pamuk tarlalarına, fındık tarlalarına. Yolların sağ şeritlerinde bir başka umut, bir başka telaş, mevsimlik işçiler ve onların hayalleri. Kimi 18'inden henüz gün almış kimi daha 15'inde, yaşıtları tatildeymiş ne gam, kimi çeyizini tamamlamak, kimi şöyle güzel bir dikiş makinesinin izinde, kimi okumanın sade okumanın derdinde. Yolların zamanı dar hayalleri geniş, elleri küçük adımları büyük, gülüşleri adımlarından da büyük mevsimlik yolcuları.
Huzursuz bir gece, huzurdan ne beklediğinize göre değişse de. Yol kenarında yarı yatık bir arabada hala kaç kişi olduğumuzu bilemeden, hatırı sayılır bir desibelde Dredg dinleyerek gece de olmak. Gecenin sizinle olmadığı huzursuzluğuyla inipte yol boyu şöyle adamakıllı kaybolamamak. Çadır fikri kimseye güzel görünmedi. Herkes de çokça bir hoşnutsuzluk, arabayı ne zaman bir ağaçlık kenara yan yatırdık. Ne zaman durdu tekerleğin sıcaklığı, ibrelerin hışırtısı, rüzgarın karşıkonulamazlığı ne zaman durdu, düşman kesildik birbirimize, arzularımıza. Sadece yol için yola çıkmanın dayanılmaz ağırlığı. Yıldızların kur yapması, gecenin rock'n roll ziyafeti, bitki örtüsünün gizemli renk oyunları bile biraz olsun hafifletemedi içimize bir çakıl taşı gibi sinen bu ağırlığı. Kızların dindiren sesleri, donduran zamanı, cama çarpıp çarpıp kendiyle hesaplaşan sesleri iyi geldi. Daha fazla ağırlaşmamızı önledi. Risktir esasında o dişi heceler, eğer doğal olmazsa, ucundan, kenarından bir hesabı ölçse biçse, içten, olduğu gibi cama çarpıp çarpıp yankılanmasa. Risktir. Histeri büyür, bulutlar, toprak damları çöker beynin koridorlarına. Sabah indi esleriyle cam aralığından, indi bütün doluluklarımızı boşalttı usulca. Usul heceleriyle bir sabah seviyorum seni yollar dedirtti yine, yeni, yeniden. Herkeste bir bayram telaşı, şeker jelatinin hışırtılı mutluluğu. Kimi direksiyona sarıldı, kimi birbirine, kimi kendine sarıldı. Bir Pamukkale menüsünü midemiz kaldırırmıydı, demiştik ki en baştan anti popüler, daimi yanlız mekanlar, bir girizgah olarak. Hiçkimse çelişkiye ses çıkarmadı ve bir sırra kavuşmanın beraberliğini de yanına alarak suya doğru aktık. Kapı zor da olsa açıldı. Arabadan iner inmez turizm safsatası aklımı yedi bitirdi o an, kontrolümü ele geçirdi, siyah paltosuyla bir adamla aynı yöne bakıyorduk. Bir domino gibi çalıştı dilim, o siyah paltoludan daha çok fuck'lamalıydım. Dilim damağım kurumalıydı fuck'tan. Siyah paltolunun ağzının içine baktım fuck'ın yanına başka şeyler de ekliyordu o ve beni geçemezdi. Benim fuck'ımın yanına yanaşamazdı onun fuck sancısı. Bu zamansız sancı gelecek zamanlarımdan kaç zaman çaldıyı düşünmeye başlarken engelledim kendimi. İlk iş olarak arabadaki bütün rehber kitapları toplayıp bir kanalizasyon mazgalında sağalttım. Pamukkale tepelerinde, ayağını suya değer değmez karşına dikilen bu 21. yüzyılın maganda betonlaşmasına, bu günübirlik mimarileşmeye, bu kültür, estetik düşmanı yapı mühendislerine, şehir mühendislerine fuck'larımdan bir demet sunacaktım. Sakinleştirdim kendimi, sonra ise engel olamadım kendime. Bu mühendislerin, bu şehircilerin eşlerine , çocuklarına üzüldüm, nedense oturdum durduğum yere ve boylu boyunca onlara üzüldüm. Fuck'larımı toplu halde rehber kitaplarda emeği geçenlere sundum. Arkadaşım koşarak gelmiş, bliyor musun, biliyor musun, buradaki çok yıldızlı oteller su ihtiyacını Pamukkale'nin suyundan nasipleniyormuş buyurdu. Af buyursunlar ama bütün fuck'larımı tükettim.
Şubat'tı veya Mart'tı, ani bir manevraydı İzmir'den Denizli'ye. Bir yol tabelasının kışkırtıcı cazibesiydi, yol tabelasına mest olacak kadar cazibesiz kalışımızdı belki de, sola dönmek içten bile değildi, döndük. Kardı usul usul, buğuluydu yol boyu, uykulu ve meraklıydık, heyecan da merakın içinde harlanmıştı. Kaç kişiydik, çok muyduk, tek miydik unutmuştuk, yol tabelasından gayrı sessizliktik. İnanmak. Yeniden inanmak. Ve yeniden inanmayı denemekti yollara sürükleyen bizi. Yollara inanmak, özetle. Tek bir hece ile ne de güzelce, Yol. Tek bir harf istersen ona da müsait bu coğrafya, gitmek onun için mi bu kadar çok yakışıyor her rakımına. Vellakin, Y. Laf aramızda ingilizce bir düş ile veya gerçek, çıkmak istemezdim yola. Road çağrıştırmıyor bendeki yolu bana. Yaya şeritlerini söylesenize tek postada hangi harf bu kadar çağrıştırıpta çağırabilir. Y harfini görünce yola çıkan aylaklar tanırım şeklinde ilerliyordu monologumuz. Farklı sesler olabildik yol boyunca ama hep monolog kalarak. Bir söyleyip bin işitmeden hep monolog kalmayı başararak. Her kafadan bir ses çıktı ve arabadan inip arabaya binene kadar o sese taptık. Biz yola inanmıştık bir kere. Tanıdık tanımadık kornalar çaldık, ansız kornalara hedef olduk, şehir merkezine vardığımızda hepsini unuttuk. Sonra uzun bir yokuş, kısa olanlarının sonu genellikle uçurumdur. Kapı kolayca açıldı. Arabada sızanlar vardı, uyandırdık onları, sızmak için Hiera'nın koynundan daha iyisi var mıydı bu kozmopolitanya da. Hiera bir şarap mahzenini andırdı sızanlara. Fikir balonlarından okuduk. Derin olduğu kuşkusuz, Holy'e saygımız kuşkulu gözükmesin adını başlığa çıkardık. Ama bu şehirde, bu rüzgarda, bu saçak, sütun altında insan şarap şişesini bile kutsar. Yanlış anlaşılmasın ağzına daha bir damla şarap koymadan daha kutsar. İstemeye istemeye arka cebimdeki rehber kitaba göz ucuyla baktım. Ruhumu siyasi manevralarıyla daraltacağını sanıyordum, öyle de oldu tabi. Hep sandım ve oldu, o kitabı burada yakma fikrini aklımdan hemen attım. Derin olduğu kuşkulu buranın, dipsiz bir anti antik öylece. Hierapolis, yeryüzünün kara deliği diye bağırdım. Hiçbir kimse mi duymaz beni bu dipsiz delikte. Kimse umursamadı bu sarı delikte beni. Ayanı beyan ettiğimi fısıldadı sonra arabada, bir yol kenarında durakalmışken bir arkadaşım. Uyuklamadan önce, Hierapolis'e yeniden, yeniden düşelim demişim.
Havaalanlarında hummalı ve sabırsız bir bekleyiş, gelen uçaklar, giden uçaklar, dünyanın dört bir yanından tutku dolu insanlar pusulanın aynı ibresinde buluşuyor; Güney ve tenin aynı renginde; Afrika. Yeryüzünün en baştan çıkarıcı, nefes almayı unutturan, tadına doyum olmaz evrensel yuvarlağı fileleri şenlendirmeye başladı bile. Sadede gelmeden önce ismi Brezilya'dan, Arjantin'den, İspanya'dan ve Güney Afrika'dan bile daha fazla anılır olan sesi kendinden menkul adı kendinden güzel 2010 Dünya Kupasının gayri resmi çalgısına bir ıslığı borç bilirim.